5 Mart 2008 Çarşamba

TARİHTE TÜRKLER


TARİHTE TÜRKLER

Yazar: Prof. Dr. Erol Güngör
Yayınevi: Ötüken Yayınları


Eser Sosyal ilimci mütefekkir Erol Güngör’ün yeni nesillere samimi ve akıcı üslup içerisinde sunduğu bir tarihtir.
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLAMİYETTEN ÖNCEKİ TÜRKLER TÜRK SOYU VE TÜRK DİLİ
İlk Türkler yani bizim en eski atalarımız bugün Orta Asya diye bilinen yerde Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında yaşıyorlardı. Türkler beyaz ırktan ve geniş kafalı, orta boylu insanlardı.
Dilimizin tarihi, Milletimizin tarihi kadar eskidir. Türkçe dünyadaki çeşitli dil grupları arasında Ural-Altay dil grubunun Altay dillerinden biridir.
Asyada Türk Devletleri
Türklerin ilk kurdukları imparatorluk Hun imparatorluğudur. Teoman dağınık haldeki Türk boylarını bir araya toplamış. Çin’i ağır yenilgilere uğratmış Çinliler Türklerden korunmak için Çin Semtini inşa etmişlerdir.
Mete döneminde de Çin ağır yenilgilere uğratılmasına rağmen kalabalık cin nüfusu içerisinde Türklerin asimilize olmasından çekinildiği için gidip yerleşilmemiş. Çin’den ağır vergiler almakla yetinilmiştir.
Ayrıca Mete döneminde Türk Ordu Sisteminin temeli atılmış, vatan ve milletçilik duygusu ortaya çıkmıştır.
Mete’den sonra gelen devlet adamlarının Çin’le yakınlaşması devletin sonunu hazırlamıştır.
Türklerin Oğuz Kaan Destanındaki Oğuz’un Mete olduğu söylenir.
Oğuz Kaan’ın Sehname’de ve Divan’ı Lugatit Türk’de adı geçen Alp Er Tunga olduğunu söyleyenler de vardır.
Avrupa’da Türkler
Türkler’in Avrupa’ya girmesiyle Kavimler Gücü meydana gelmiştir. Bu da Avrupa’daki Türk Devletlerine zemin hazırlamıştır. Avrupa Hunları, Topgaçlar (Sivenpiler), Avlarlar.
Göktürkler
Bumin Kaan tarafından Avarların mağlup edilmesiyle kurulmuştur. Tarihte ‘TÜRK’ adıyla kurulan ilk Türk Devletidir.
Türklerin ilk yazılı kaynakları olan Orhun Abideleri II. Göktürk Devleti döneminde yazılmış. Türklerin yüksek medeniyeti, devlet kurucu dehasını ahlak ve faziletini, askeri kahramanlığını devlet ve kanun anlayışını öğrenmek mümkündür. Ergenekon Destanı Göktürklerin yasasından bahsetmektedir. Eser Turgisler, Karluklar, Uygurlar, Avarlar, Hazarlar, Pecenekler, Üzlar, Kumanlar ve Bulgarlar hakkında da bilgi vermektedir.
ESKİ TÜRKLERDE MİLLET VE DEVLET
Türk Cemiyetinin temeli aile idi. Aile daha çok anne, baba ve çocuklardan meydana geliyordu. kadınlar hemen hemen eşit haklara sahipti.
Aile, oba, boy, codun ve devlet teşekkül etmiştir.
Türkler arasında sosyal sınıf farkı yoktur.
Devlet
Türkler’in en belirgin özelliklerinden biri kuvvetli bir teşkilatçılık kabiliyetine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat ta onları hürriyete, istiklale alıştırdığı için hiç bir zaman devletsiz olmamışlardır.
Türk Kaanları kudret Tanrıdan alırlardı.
Bir hükümdar Tanrının inayet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan Kaan’dan Tanrı’nın Kut’unu geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı.
Devlet Teşkilatı
Türk Devletinin başında bulunan kimselere tutku, kaan,han, yabgu, ilteber gibi çeşitli isimler verilmiştir.
Türk Ordusu
Türklerde eli silah tutan herkes bay, bayan asker olup, ücretli asker olmayıp ganimetten pay alırlardı.
Mete döneminde Türk Ordu Sisteminin temeli atılmıştır. Türk Ordusunun en belirgin yönü yüksek disiplinleridir.
Türk Töresi
Töre, hukuk düzeni demektir. Türkler şartlar gereği çok disiplinli, birlik ve beraberlik içerisinde yaşamak zorundadırlar. Bu yüzden Türk ülkesinde nizamı suçlayan töre herşeyden önce gelirdi. Türk töresi yazılı olmayıp, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi.
İKİNCİ BÖLÜM
İSLAMİYET VE TÜRKLER

Türklerin bir dinleri vardı. Bu din her şeyden önce bir Tanrı inancı ihtiva ediyordu. Onlara göre dünyayı ve her şeyi Tanrı yaratmıştır. O göğün dokuzuncu katında otururdu.
Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanlar her şeyde onun rızasını almaya çalışırlar, kaza ve kadere inanırlardı.
Tarihte ilk defa İslam Dini bütün Türkleri birleştiren bir din olmuştur.
İslam Dininin Kabulü
Emeviler döneminde izlenilen politikadan ötürü İslam’a giremeyen Türkler Abbasilerle birlikte İslam’a ilgi duymuşturlar. Talas Savaşı’ından sonra kitleler halinde İslama girmişlerdir. Türklerin inançlarıyla İslam’da var olan özelliklerden ötürü Türkler rahatlıkla İslama girmişlerdir.
İslamı kabullenen Türkler benliklerini muhafaza ederken diğer dinlere inanan Türkler asimilize olmuşlardır.
İslamiyet devrine kadar Türkler her türlü yüksek vazifeye sahip olan, fakat dünyada kendi yerini tam bulamamış olan milletti. İslam onun yolunu aydınlatan bir ışığı takip ettikçe hep yükseldi.
Kurulan İlk Türk İslam Devletleri:
Karahanlılar/Tolunoğulları, İksitler, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Anadolu beylikleridir.
OSMANLILAR’A KADAR TÜRK DÜNYASINDA KÜLTÜR VE MEDENİYET
Türkler Müslüman olduktan sonra eski geleneklerini devam ettirmekle birlikte artık yeni bir hayata geçmişlerdir.
İslamiyet yerleşik hayat içinde ortaya çıkmış ve yerleşik hayatı düzenleyen bir sistem getirmiştir.
Türklerin İslam’a girmesiyle Türk toprak, devlet, ordu, din, dil ve edebiyat ile felsefe, ilim ve sanat hayatı olumlu yönde gelişmiştir.
Kitabın üçüncü bölümü ise Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile tüm Osmanlı dönemi padişahlarını izlemektedir.
Dünya tarihinin bu büyük mucizesinin her bir dönemi ayrı ayrı izlenmesi gerektiğinden başka bir özetle ayrıca

İSYAN AHLAKI


İSYAN AHLAKI
Yazarı: Nurettin TOPÇU
Yayınevi: Dergah
Baskı: İstanbul / 1986 / 232 shf.
Bilim Grubu: Felsefe
Türü: Telif
Hitap Ettiği Okuyucu Kitlesi: Özel İlgi


Genel Değerlendirme:
Kitap, yazar Nureddin TOPÇU’nun Paris’te Sorbonne Üniversitesinde okurken hazırladığı doktora tez,nden oluşuyor. Kitapta insan-dünya arasındaki felsefi oluşumlar incelenmiş. Hürriyet problemi, insanın esilirliği, sorumluluk ideali, taklit ve inanç, mistik iman, imandan isyana kitabın ana konularını oluşturuyor.

Eserimiz altı bölümden oluşmaktadır.
1- Hürriyet problemi
2- İnsanın esirliği
3- Sorumluluk ideali
4- Taklid ve inanç
5- Mistik iman
6- İmandan isyana
Yazara göre hürriyetten isyana kadar katettiğimiz yol, bir ilerlemeyi mi gösteriyor yoksa sadece bir terimin yerine başka bir terimin mi konulmasıdır? Bize öyle geliyorki asandaki cüzi irade yanılgısını olduğu kadar, hareketlerinde kaçınılmaz olan determinizm yanılgısını da ortadan kaldırmak idi. Böyle olunca isyan problemi, ispatlanması söz konusu olacak bir varsayım ve tartışma içerisindeki çatışma olarak değil de isyanın ta içinde keşfedilmiş bir olgu selametini belirleyecek bir seçim olarak ortaya çıkıyor. İsyan etmeyi istemek veya istememek, harekete geçmeyi istemek veya istememek, bu ikisinden birini seçmek gerekiyor. En iyisini seçmek için de hep daha fazlasını istemek, elini daha ileriye uzatmak, kalbini genişletmek bir yandan kendini aleme verirken öte yandan kendini alemin merkezi haline getirmek yeterlidir. Hür hareketi isyan vasıtasıyla ve isyan içerisinde tanımlandığını gördük. Tabiat determinizminin ve sosyal uysallığın karşısına dikilen her hareket aslında hakiki bir isyandır. Böylece aranan ve istenen yaratma kişinin kendi hayat aslında hakiki bir isyandır. Böylece aranan ve istenen yaratma kişinin kendi hayat kuralını kendisinin keşfetmesi isyan hareketleri olmaktadır. Böylece insan, çoğu zaman ve belli bir ölçüde isyan halindedir. Yazarın gayreti ise gerçek tavrını, hareketlerinin yöneldiği ideali tanıtmaktan ve bu şekilde ondaki üstün görev şuurunu uyandırmaktan ibarettir.
Nureddin Topçu, felsefi metod ve anlayış bakımından 20. yüzyılın önde gelen sistemlerinden Hareket (action) felsefesine bağlanmış bir düşünürümüzdür. Hareket felsefesi 18. yüzyıldan beri batıda gelişen materyalist - pozitivist akımların karşısında insanlığın kurtuluşunu ahlaki ve moral değerlerin yükselişinde gören spritüalist bir felsefi akımdır. Bu felsefenin kurucusu olan Fransız filozofu Maurice Blondel (1861-1944), L'action adlı eseriyle insan hareketlerinin aile, toplum, devlet ve insanlık basamaklarından geçerek Allah'a doğru ilerlemede olduğunu ince tahlillerle ortaya koymuştur? Blondel dinin kendi başına ve sistemi olduğu açıkladı. Blondel akıl ile inancı ayırmanın sun'i olduğu, pozitif ilimlerden felsefenin hareketlerine ve dinin, deneyi tamamıyla aşan alanlarına kadar, herşeye ancak insan hareketlerinin ortaya koyduğu imanla ulaşmanın mümkün olacağını iddia etti. Bu anlamda din ile felsefeyi birbirine yakınlaştırmaya çalıştı.
AHLAK PROBLEMİ NASIL ORTAYA ÇIKIYOR
HAREKET AHLAKI VE AHLAKİ İRADECİLİK
İradenin eseri olan her hareket mükemmele, daha mükemmele bir özlemdir. Bu iradenin kendini denediği bir egzersizdir. En küçük gayreti gerektiren bir hareket bile, vücudun bütün kuvvetleriyle birleşir. Hareket saf bir kendiliğinden oluş değil, engellenmiş bir kendiliğinden oluştur? İnsan, kendini ancak hareketin içinde tanır ve sonra hareket ondan bir yaprak gibi kopar. İnsan kendini ve eşyayı hareket ederek tanır.
Her gerçek bilgi, aslında, hareketin meyvesi olan inançtır. Bu inanç insanda daha yüksek bir hareketin doğmasına yol açar. Her gerçek bilgi, yani her inanç basit bir taklit olmadığından ferdi yeni bir harekete hazırlar. Gitgide genişleyen hareket, evrensel bir nizama açılır.
Hareketini evrensel ölçüye vurarak ve kendi hareketinde evreni kucaklayarak orada kendi şuurunu araması, işte insanın ahlaki davranışı bu şekilde olmalıdır. O halde ahlaki hareket evrensel iradeye yeniden kavuşmak üzere bir çeşit değişim (conversion) ile bu esareti aşmaktan ibaret olmaktadır. Buradaki değişimden maksadımız, bütün hareketlerimizin ve bilgilerimizin kendisine tabi olduğu evrensel iradeyi araştırmaktır.
MUHTELİF AHLAK SİSTEMLERİ
Sokrates, “Kötülük bir bilgisizliktir, hiç kimse bilerek kötülük etmez” der. Bu görüş, Eflatun, Aristotales, İskolastik filozoflar ve Ansiklopedist aydınlanma düşünürleri tarafından da benimsendi. Onlara göre, insanın ahlaklı kılmak için öğretmek yeterlidir. Oysa bilgi bir hareketten arda kalan şeydir. Gerçekte harekete geçmek için şahsi bir tecrübe lazımdır ve ahlakta önemli olan da yalnızca bu tecrübedir.
Deneyici (emprist) ler ahlaki hakikatlerin olgu hakikatleri değil, değer hakikatleri olduğunun unuttular onlar hareketten doğan iradeyi incelemek yerine haz ve mutluluk, sosyal veya ferdi menfaat vs. gibi hareketin ortaya çıkardığı bir takım mükemmeline ulaşmaktır, mutluluk ahlak taraftarlarının iddia ettikleri gibi insanın zevki aradığı ve acıdan kaçtığı doğru değildir. Hareket bir zarurettir ve yaşamın vazgeçilmez bir sonucudur; insan zevk kadar hatta ondan daha fazla acıyı da tereddütsüz kabul etmektedir.
Sosyal dayanışma doktrinleri ise mutluluk veya faydaya yönelik dayanışmayı tavsiye etmektedirler. Dayanışma ahlakları ahlak tesis etmezler ama onu varsayarlar. İyilik kadar kötülük içinde dayanışma yapılabilir.
Emile Durkheim, tecrübi ilkeyle akılcı ilkeyi, iyilikle vazifeyi bağdaştır-maya çalışan bir çeşit dayanışmayı savunmaktadır. Bundan ikilik ortaya çıkacaktır. Bu iki ilkeden hangisinin diğerine baskın çıkacağı ve onu arkasından sürükleyeceği bilinemez. Eğer iyilik tercih edilirse faydacılığın hatasına düşülür.
“Namuslu adam” ahlakı da F. Rauh'un kurduğu bir ahlak sistemidir. “Namuslu adama göre vazifesini yapmak için gözlerini kapamak yeterli olacaktır. Şu inkar edilemez bir gerçektir ki ahlaki çevre olarak toplumda ferdi iradeler daha güçlü olan başka tarafından istismar edilir ve namuslu adam ahlakı insanı uysallığa kör bir itaate sürükler.
SPİNOZA'YA GÖRE HÜRRİYET
İRADE ÜZERİNE DÜŞÜNCELER VE ALLAH İLE ALEMİN BİRLİĞİ
“Ruhda asla mutlak veya hür irade yoktur, fakat insan ruhu bir sebep tarafından şunu veya bunu istemeye azmettirilmiştir, bu sebepde bir başka sebep tarafından belirlenmiştir ve bu da bir başka sebep tarafından... böylece sonsuza kadar gider?” Bizi harekete sevkeden eğilimler etkin sebep değil edilgen sebeplerdir. “İradeyi hür sebep olarak değil, ancak zaruri sebep olarak adlandırmak mümkündür.” Sadece Allah etkin sebeptir. Allah ile alemin birliği olmaksızın ne Allah'ı alemin yaratıcısı olarak ne de alemi Allah'ın eseri olarak anlamak mümkündür aynı şekilde Allah cevherinden Allah'ın varlığını, Allah'ın varlığından da O'nun sıfatlarını ve tavırlarının sonsuzluğu fikrini çıkarmamız zorunlu olmaktadır. Allah kendi mahiyetinin gereği, alemde Onun etkin sebep olmasının gereği, zorunlu olarak vardır.
“Mutlak sonsuz varlık olan Allah cevherdir; çünkü eğer cevher olmasaydı kendisinden başka bir varlık tarafından tasavvur edilmiş olacaktı. Dolayısıyla bir varlığa bağlı olacak ve onunla sınırlandırılmış olacaktı. Bu ise Allah'ın tanımına ters düşecekti.”
“Cevheri” şöyle tanımlıyor; “O” kendi kendisine var olan ve tasavvur edilen- yani tasavvurun şekillenmesi için başka bir varlığın yardım ve tasavvuruna muhtaç olmayan şeydir.”
Allah'la eşdeğer tutulan tabiat, yegane sebebini Allah'ta bulur. İnsanın hareketleri, ilahi varlığın zorunluluğuna bağlanmıştır. Hareketlerimizin niteliği Allah tarafından belirlenmiştir. Bizim hareketlerimiz yalnızca ilahi hareketten kaynaklanmaktadır.
Böylece Spinoza, sisteminde cüzi irade yanılgısı ortadan kaldırılmış oluyor. “Bizim cüzi iradeye olan inancımız başlıca iki sebebe dayanmaktadır. Şuurunda olduğumuz arzularımızın hem kendilerini meydana getiren hem de onların gerçekleşmesine müsaade eden dış sebepleri bilmektir.”
KURTULUŞ MESELESİ VE TABİATIN ANLAŞILABİLİRLİĞİ
Spinoza, kurtuluş meselesine çözüm arıyor. İnsan ebedi mutluluğa nasıl ulaşır? Ona göre ebedi mutluluk ruh huzurunda mükemmel bir sükunette bulunur. İnsan tabiatı itibarıyla ve dolayısıyla mutsuz bir varlıktır. Tabiatta nizam ve ahenk vardır. Ona da hakim olan kanunlar, mükemmel olarak anlaşılabilir niteliktedir. İnsan kendi huzursuzluğunu tabiata taşır. İnsan tabiatın bir parçası olduğuna göre, tabiattaki gibi insanda da kesin bir determinizm vardır. Kurtuluş ve sükunet bulmak için ruhi olayları da tabiat olaylarıyla aynı planda düşünmek ve kanunlarıyla birlikte orada hüküm süren kesin determinizmi tanımak kafi gelecektir.
SEZGİ VE HÜRRİYET
CÜZİ İRADENİN VE DETERMİNİZMİN YANILGISI
Bergson determinizmi Spinozanın yaptığı varlığın mutlaklığındaki anlaşılabilirliğe dayandırmıyor aksine, Spinozaya sonsuzluk olan tek bir ana dayanmak suretiyle, süre konusunda soyutlama yaptığı tarizinde bulunacaktır.
Bergson, Spinozanın yaptığı gibi metafizik bakış açısında durup kalmıyor. Ona göre; “İnsan hürriyetinin incelenmesi bir felsefi sistemin uzantısı olmayacaktır. Eğer hürriyet psikolojisi olarak araştırmaya yer varsa bunu ruhi olayın tahlili çerçevesinde yapmaya çalışacaktır. O ruhi hallerin saf bir takım büyüklüklere indirgenemez olduğu noktasından yola çıkıyor. İç halleri mekana ait büyüklüklerin ölçülmesi gibi ölçülemezler.
Determinizmin artık sebeplilik konumu yardıma çağırmaktan başka çaresi yoktur. Determinizm konusu şudur: Aynı sebepler aynı sonuçları doğururlar. Fakat ruhi hayatta aynı sebep birçok defa ortaya çıkmaz ki..
Hürriyet, “somut benliğin, kendi yaptığı hareketle olan ilişkisidir apaçık hür olduğumuz için bu ilişkinin tarifi imkansızdır.
HÜRRİYET NEDİR?

Determinizm olmadan hürriyet kavranılamaz ve bu gerçek anlamda imkansızdır. Hürriyet, dıştaki determinizmin yerine benliğin determiniz-mini, bir iç determinizmini koymaktan ibarettir. Ve iç determinizmin gücü, hürriyetimizin de gücünü gösterir.
İNSANIN ESİRLİĞİ
HAZZIN ANLAMI
İrade, kendi hürriyetini kazanmadan önce hatta onu kazanmak üzere esir bulunmaktadır. Tam olarak kendini istemeden önce esirliği istemektedir. Bize göre esirlik, iradenin özel bir nesneye bağlanması anlamına gelmektedir. O böylece tatmin olacak ve bizzat bu tatminle yok olacaktır.
Hayat hareketi mümkün kılan maddedir. Haz hayatın bir tamiri olarak kabul edilmelidir. Bu anlamda meşrudur, hatta zaruridir. Fakat hazzı hareketin gayesi yapmak harekete sonsuza doğru hür bir gelişim hızı vermek yerine onu daha başladığı noktada durdurmak demektir. Bu hareketin bizzat kendi kaynağında yok edilmesi olacaktır. Zevk, hayattan çıkar, hayata yaptığı bu katkıyla varlıkta bir zavallılık, bir güçsüzlük haline gelir; bu insanın zaafıdır. Her tatmini arkasında bir pişmanlık gelir. haz, gerçek bir şekilde istenmiş değildir; o daha çok bir istek noksanlığına tekabül eder.
DAYANIŞMA
Dayanışma insanın kendi başına yaşamayacağı için kaçamadığı bir kaderdir. İki şekilde olur. Birinci safhada insan yaşamak için başkaları ile dayanışmayı hareket gayesiyle kabul eder. Bu pasif boyun eğilen ve razı olunan bir dayanışmadır. İkincisinde ise insan başkaları için yeni güçlerle yeni dayanaklar meydana getirmek suretiyle dayanışmayı yaratır. İnsan esir doğar kendi hareketini yaratmak suretiyle hürriyetini kazanır.
Dayanışmanın iki önemli sonucu vardır. O, bir taraftan ferdin hürriyetine tecavüz eder, diğer taraftan da asalak yaşamaya zemin hazırlar, Dayanışmacı hareket, ancak menfaat dışı iradelere bağlandığı taktirde verimlidir.
HAKİMİYET
Hakimiyet dayanışmanın devamı ve zorunlu tamamlayıcısıdır. Dayanışmacı hareketin mümkün olabilmesi için ferdi iradelerin birbirlerine yaklaşması belli bir tarzda birleşmesi fertlerin kendi özlemlerinde uyum sağlamaları gerekir.
Fert hürriyetinin hiçbir hükümet şeklinde hatta demokraside bile korunması mümkün değildir.
SORUMLULUK İDEALİ
İnsandaki hareket etme sorumluluğu insan tabiatında ve dayanışmada mevcut olan esirlikten ve hakimiyetten doğar. İnsanın sorumluluğu her hareketten sonra biraz daha büyüyen kendi iradesine bir dönüştür.
Sorumluluğun ideal vasfı ahlakçılar tarafından açık bir şekilde incelenmemiştir ahlaki doktrinler insanın şu veya bu şekilde hareket etmekte veya etmemekte hür olduğunu öne sürerler. Madem ki insan hareketinin getirebileceği kötü sonuçları önceden tahmin edebilmektedir öyleyse cezalandırılmaya müstehaktır.
Ahlaki denilebilecek bir sorumluluk kendi gerçeğini bizzat bu gerçeği yaşayanın vicdanında bulmalıdır. Onun hakkında başkaları tarafından verebilecek bir hükmün sonucu olmamalıdır.
SORUMLULUK ŞUURUNUN TAHLİLİ
SORUMLULUK İRADESİ

Hareketin sebebi, hareketin kendisindedir; fakat bu kendiliğinden oluş değildir; aksine bu bizde bir zorunluluktur. Ve bizden kaynaklanmak suretiyle hareketi zorunlu kılan da odur. Böylece bize göre sorumluluk kendiliğinden oluşan indirgenemeyen sebeplilik bağı sayesinde ancak anlaşılabilir ve gerçek olur. Evrensel nizamı hedefe almak suretiyle medeniyetlerin olduğu kadar vicdanların da koruyucusu haline gelen bir sorumluluk iradesi vardır.
ADALET VE MERHAMET
Adalet, eşitlik ve karşılıklı olma ilkesine dayanır. Bu ilkede dayanışma-dan doğar. Dayanışmayı meydana getiren sözleşmeye göre şartlar bütün fertler için aynıdır. Böyle olunca adalet, sadece sosyal nizamı güvenlik altına alma endişesi taşıyan ve üzerinde uzlaşma sağlanmış olan bu sözleşmeye uymayı ifade etmektedir.
Kanun adaleti sadece dağıtır.
Katı ve şekli bir adaletin ötesinde ve üstünde onu kuran, hatta aşan bir sorumluluk iradesinin hareketi vardır.
Merhamet, sorumluluğunun hazırlayıcı, kısmi, devamlı olmayan ve az çok pasif olan şeklidir. Devletin gerçek var oluş sebebi sadece adaleti yerine getirmek değildir. Devletin merhamet ve en geniş şekliyle sorumluluğu yaratması gerekir. Bunu uygulayan sistem mutlakiyet ve oligarşidir.
TAKLİT VE İNANÇ
Düşünce insan hareketinin bir devamıdır. O, hareketten, hem de ondan ayrılmaksızın doğmaktadır aslında insanın hareketi düşünülmüş olmadan önce ve ayrıca düşünülmüş olmaksızın zekidir.
Hareketin bir düşüncesi olduğu gibi, düşüncenin de bir hareketi vardır. Bu hareket bir nevi objenin, suje tarafından kendisine mal edilmesi ve onun tarafından özümlenmesiyle kesin bir şekle ulaşacaktır. Bu inanç diyebileceğimiz hakiki gerçek bilgidir. İnanç taklit yoluyla yayılır.
İNANCIN HAZIRLAYICI ŞEKİLLERİ
Düşünce iki şekilde inanca hazırlar. Birinci basamakta düşünce objede zihnin özümlemesini ifade eder. İkinci basamak, suje ile objenin birbirinden ayrılmasına tekabül eder.
SEZGİLİ DÜŞÜNCE
İzlenim ve duyum: İzlenim, eşyanın görüntüsünün beynimize yansımasıdır.
Duyum: Duygulanma halinden düşünme faaliyetine geçiştir.
Sanat ve sezgi: Sanatkar bir bakıma, sıradan hassasiyete sahip insana yabancı duyumlarla oynar, hiçbir menfaat fikri, duyumların mutlak saflığı ile bağdaşmaz; hakiki sanat kesinlikle menfaat dışıdır.
Sezgi, tabiattaki eşyanın çokluğu içerisinde hakiki bir iman haline gelmek üzere inanca ulaşacaktır.
İNANÇ NEDİR?
İnanç ve bilgi: İnsanların inançlarının olması için sezgilerinin, yani arıtılmış duyumlarının olması gerekir. O varlıkların benlikteki özümsemesi varlıklara benlik tarafından sahip olma, o, “birlikte bile ayrılıktır” inanç, somut ve birleştiricidir.
Pascala göre üç çeşit inanma yolu vardır: Akıl, alışkanlık ve ilham.
Akıl ile ilgili, “insanı büyü yapan düşüncesidir?” der. “Biz hakikati sadece akıl yoluyla değil, aynı zamanda kalp yoluyla da tanırız.”
İnanmanın ikinci yolu olan alışkanlık; onun nezdinde ibadettir.
İnanmanın üçüncü yolu olan ilham, tabiat üstü lütuftur.
Kant, inancı bilginin üstüne ve ayrı bir alana, ahlaki hakikatler alanına yerleştirir. Kant'ta pratik akıl bir bilgi olarak değil bir vazife olarak konulur.
Fichte'de “İnanç bilginin bütün alanlarına hakimdir. Fakat kaynağı itibariyle o ahlaki hakikatler aleminden doğmaktadır” tezini savunur.
Hamilton'da inanç, “aklın ilk şartı” olmaktadır. “İnanç temeli oluşturduğu bilgiden önce gelen bir kanaattir.
GERÇEK BİLGİ OLARAK İNANÇ
İnanç benliğin eşyanın hayatına alelade bir katılması değil, o bizzat eşyaya sahip olmaktır; eşyanın hayatının benlikte yani insanda olmasıdır.
inanç varlıkları birbirine bağlayan içsel münasebetlerin keşfedilmesidir; benliğin varlıklarla birleşmesi ve “birlik içinde bile ayrı olması”dır.
İNANCIN TAKLİDİ
Eğer inanç iletilebilir olmasaydı ve doğduğu fertte ebediyen kapalı kalsaydı ne insan toplumu olurdu ne de medeniyet.
Taklid, ruh dünyasına bir mucize gibi girer; toplumu ve medeniyeti o yaratır aynı zamanda insanın evrensel olmasını, iradesini ruhlarda ebediyete kadar devam ettirebilmesini sağlar. İnancın evrensel yaygınlığı ancak taklit yoluyla mümkündür.
MİSTİK İMAN
İman, her şeyden önce insandaki bir inancın devamı ve uzantısı demektir. Bir inancın iman olabilmesi için, insan ruhunda süreklilik kazanması ve hayatına da hakim olması gerekir.
İman niçin mistik bir özellik arzeder?
İman bir kendi kendini tanımayı gerektirir.
İkincisi onun aklın ulaşılmış sınırlarını aşması bundan da öte, bizzat aklı bir manevranın eşiğine kadar götürmesi, düşünen aklın ışığını gölgeleyen ve boğan çok büyük bir iç aydınlanma sağlamayı başarmasıdır.
ESTETİK İMAN
Burada her şeyden önce gösterilmek istenen şey, sanatı üstün faaliyetinde bir iman olduğu ve sanatkarın çoğunlukla farkında olmadan mistik bir hayatı hedeflediğidir. Her sanat faaliyeti, dünyadaki şekillere, din dışı şeylere bir çeşit tapınmadır. Sanatkar bu din dışı şeylerden geçerek sözünü ettiğimiz mistik imana varır.
İrade kendi başına eksik, kusurlu ve gayri samimidir o önce kainatı ister, bir sıçrayışta onu aşarak kendini tamamlayacak olan tabiat üstünü ister. İrade, varlığın sinesinde her yerde kendini tamamlayabilecek olan yegane şeyi arayacaktır. O zaman tam bir yanılgı sonucu, sanki, o konu kendini mükemmel olmayan durumdan kurtarabilecek tek konu imiş gibi herhangi bir konuya sarılacaktır. Bu kurtarıcı vehimden, insanın bütün iradi kuvvetleriyle kendinden başkasına sığınması demek olan aşk doğar.
Mikelanj, “Karanlıkların çocuğu” olarak kendisini tarif ediyor. yine “hiçbir düşüncem yoktur ki üzerine ölüm kazınmış olmasın”der ve devamında “herşey gölgenin kucağında huzur bulur. Yalnız başına, geceleyin, beni ıstırap ayakta tutar. Toprağa uzanmış olarak kendimi yer bitiririm.” Onda aşk var olan gerçekliğin her zaman gözüken yüzüdür, ölüm ise öteki yüzüdür.
SANATKAR VE MİSTİK ÇİLEKEŞE BENZERLİĞİ
Çile çekmek (riyazet) bir usuldür, bir mücadeledir. İnsan ikiliği içerisinde inançsız çile çekmek olmaz. Burada bedeni hayat ile ruhi hayat ikiliği vardır. Çile çekme; ruhun, mistiğin bu yolda yürüyüşüne engel teşkil eden bütün bedeni ve iradevi güçleri yıkarak ilahi varlıkla birleşmesinin yoludur.
Mikelanj ile çile ehlinin faaliyeti arasında derin bir benzerlik olduğunu söyleyebiliriz. “Genç yaşta pek çok hastalıktan muzdaripti. Fakat hiçbir doktorundan kendisini tedavi etmesini istemiyordu. Bu çileye hazırlık, onda daha sonra bizzat kendinden nefrete kadar vardı. Ölmek istiyordu fakat ölememektedir. Onda, daha fazla ızdırap çekmek için hergün yeniden doğan korkunç bir yaşama gücü vardır. Hareketten kopmak ona yasaktı. İradenin, aşk ve ölüm arasındaki bu gidiş gelişini işaret etmiş bulunmaktayız. Rodin “onun yaptığı bütün heykeller, öyle bir sıkıntının eseridir ki, sanki kendi kendilerini yoketmek isterler. Bütün heykelleri içlerinde barınan ümitsizliğin çok kesif baskısına boyun eğecekmiş gibi gözükürler.
Vecd fenomeni: Mistik vecdde olduğu gibi sanatkarın vecdindede her türlü arzuya karşı bir kayıtsızlık vardır. Beethoven gibi sanatkarda da gözlenmiş olan harfiyyen dış dünyaya ve kendi kendine kayıtsızlığa uymaktadır. Romanın Rolland bu durumu: “Birden sokak ortasında, bir gezintinin veya konuşmanın yarı yerinde ani bir fikir aklına geldiğinde “kendinden taşıyor” kendi hakimiyetinden çıkıyor, o fikre ait hale geliyor, o fikri tamamıyla ele geçirinceye kadar onu bırakmıyor. Hiçbir şey onu oyalayamaz oluyor. Beethoven'in kendisi bu bitmez tükenmez kovalamacayı sayıklama biçiminde şöyle tasavvur ediyor.
“Peşinden gidiyorum, sıkıştırıyorum, kaçtığını ve kaynaşan kalabalıkta kaybolduğunu görüyorum. Yeni bir ihtirasla tekrar yakalıyorum, bir daha ondan ayrılmıyorum. Bir vecd spazmı içinde onu her makama uygun olarak çoğaltmam gerekiyor.”
Mistikliğin iki dünyası arasındaki fark şudur: Evvela, sanatkarın imanı, görünüşü itibariyle, çokluğa, eksik olana, yetersiz olana bir iman, tabiri caizse bir sahteye imandır, oysa çile ehlinin imanı bir olana, iradelerin yöneldiği Yegane iradeye imandır.
İkinci olarak, din mistiği bir metot uygular ve gayesine ulaşmak için şuurunu ve iradi hareketini ortaya koyar. Sanatkar kendi açısından kendi mistikliğine ancak kendisinin de bilemediği bir saikin itmesiyle varır.
BİLGİLERİMİZİN UZANTISI OLARAK DİNİ İMAN
Bir olana iman, inançlarımızın, gerçek ve yaşanmış bilgilerimizin uzantısından doğar. Hakiki bilgilerimizin imanın birliğine yaklaşma temayülü tabii inançlarımızın tabiat üstü alemde tamamlanmasının uyarıcı sebebi iradenin kendi kendine yetmeyip Allahsız insanın bizzat kendisine karşı samimiyetsiz olmasıdır. İrade var etmek için kendi içinde kendi vasıtasıyla kendine rağmen isteyen yegane iradeyi araştırmak ihtiyacı duyuyor.
İSLAMDA MİSTİK EĞİLİM
İslam mistiği Kur'an'dan doğmuştur. Kur'an ilahi hikmete ulaşmak için mümine az uyumasını, dua etmesini telkin etmekte tek kelime ile zühd hayatı yaşamasını emretmektedir.
Gandhi de hür hareketini engelleyen nefsine yine hür hareketin yeryüzünden yayılmasını engelleyen güç ve kuvvetlere karşı savaşını yönetmiş olan bir Hz. Muhammed'in idealine gerçekten yaklaşmaktadır.
İMANDAN İSYANA
İradeyi imanın Mutlak Bir'de araştırılmasına iten şey, onun olaylar dünyasındaki kendi kendine yetersizliğidir.
İrade, Allah'ı istemeden önce ve henüz O'nu arzu etmeksizin herşeyi tabiatta aramayı denedi. Kendi hareketi kendi yetersizliğini sonsuz derecede arttırdı.
Anadolu bin yıllık tarihinden beri, “sadece sınırlarda değil hemde devlet merkezinde ve aynı zamanda kendi kalplerinin derinliğinde kutsal cihad ilan ederek “cemaatin selameti için kendini feda eden kahramanlardan ve şehitlerden mahrum kalmadı. Kendi mistiklik geleneğine yeniden sarılacak olan Anadolu çocukları hem kendi nefislerinin zorbalığına hem de despotların zulmüne karşı her zaman kutsal cihad ilan edecekler ve kendi dar ağaçları önünde cesaret ve gururla cihadlarının tam anlamıyla şuurunda olarak: Ben hakikatim (enel hak) diyebilecektir.
STİRNER'İN ANARŞİZMİ
Stirner, ferdi varlığın bencilliğini dışarıdan gelerek onu kısıtlamaya çalışan herşeyin karşısına koyar. Tabiata ve topluma, devlete ve insanlığa, ahlaka ve dine isyan eder. Bunlar birer hayalettir ve hiçbir sınırlamayı kabul etmeyen yegane benliğin haricinde onu engelleyecek olan herşeyi ortadan kaldırmak gerekir.
İSYANCI ROUSSEAU
Rousseau, “Bana bizzat kendim için sevecek birisi lazım” ister istemez bu iman iradesi, herkesin aynı derecede belirlenmiş ve güçsüz olduğu tabiat düzeninde bir çıkmaza ulaşacaktır. rousseau'nun son anda hayat tecrübesi onu, içerisinde kendisini tabiat gereği huzursuz, küçülmüş, samimiyetsiz, bizzat kendisinden uzaklaşmış, hasılı tuhaf ve sefil hissettiği insan toplumundan uzaklaştırmıştır.
O kendisini öylesine tanıyordu ki, diğer insanlar gibi doğmamış olduğunda farkındaydı. Bunu defalarca ifade etti; “Kalbimi duyuyor ve insanları tanıyorum. Gördüğüm insanların hiçbirisi gibi yaratılmamışım.; mevcutların hiçbiri gibi yaratılmadığıma cüret ediyorum. Daha değerli değilsem de en azından farklıyım.”
Rousseau'nun isyanı, bizzat kendisiyle mücadele ihtiyacı duyan ferdiyetçiliği içersinde sonuçsuz kalmıştır; bu isyan hedefine ulaşamamıştır. Bize göre Rousseau hareket adamı olsaydı, isyanın kaynağı tabiat-üstü bir alemin hareketine karşı bir uysallık olacaktı.
SCHOPENHAUER'İN İSYANI
Schopenhauer'in isyanı bizzat varoluşu hedef almıştır. Ona göre varolmak, kötülüğü istemektir. Bu köklü kötülükten kurtulmak için varlığı inkar etmek gerekir. Mademki dünya bu kadar kötüdür en iyisi varolmamaktır. Bu varolmama eğilimi insanda kendi iradesinin başvuracağı son şeydir.
İNSAN'DA ALLAH'IN İSYANI
(Ben Hakikatim-Ene'l Hakk'ın Manası)
Daha önce de söylediğimiz gibi, kendisi hakkında bilgi insanın kendi hareketindeki yetersizliğini ihtiva ederken, Uluhiyet hakkındaki bilgi ise kendi kaderini yapabilecek yegane güç hakkındaki düşüncedir. Böyle olunca isyan, söz konusu yetersizliğin bu kurtarıcı güce çağrısı olacaktır.
Hallac'in mistikliğinin gayesi, Allah'ın iradesine boyun eğmek için, bencil ve hoyrat benliğin isteklerine karşı tam bir ilgisizliği gerçekleştirmektir. Bu şekilde insan, beşeriyetini aşarak tabiat-üstü bir varlığı isterken aslında kendi kendisini istemiş olmaktadır.
İsyandaki anarşizm, insanda evrensel bir sorumluluk haline gelen merhamet ile kendi mukadderatına tek başına hakim olan Yegane varlıktan medet uman imanın sesinden başka birşey değildir.
ENE'L-HAKK'IN MANASI
Yetersizliğinin şuuruna varan mistiğin iç müdahalesinin gayesi, bu insani yetersizliği İlahi şuur ve hareket mükemmelliğinde yol etmektir; bu bir ölçüde Tanrılaşmak bir anlıkta olsa adeta Allah'ın varlığında kaybolmaktır. İşte böylece Hallac, bütün beşeri yetersizliklere karşı isyan etmek suretiyle uluhiyete ererek bu varlıkla birleşmeyi gerçekleştirecek ve “Ben Hakikat'im veya Ene'l Hakk” diyebilecektir. Mistiğin hareketi yegane varlığa doğru bir yükseliştir, “vecd ehlinin isteği Yegane Varlıktır, Büyük Yalnızdır.” Mistik, bir defa bile olsun bu noktaya ulaşıp orada ebediyyen kalamayacaktır. Bütün hayatı boyunca bunu arayacak bu arayışı kendi iradesi haline getirecek, bu mutlak irade içerisinde kaybolacaktır. Belkide Hallac'ın “herkesin selameti için lanetlenmiş olarak ölme yolundaki şaşırtıcı arzusu böylece açıklanabilir.

GEÇMİŞİ BİLMEK-II


GEÇMİŞİ BİLMEK-II

Yazar: Mehmet KAFKAS
Yayınevi: Nil Yayınları

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
İstiklal savaşını kazanan bir ülke olarak Lozan'da çok şey bırakmıştır
Bırakılanlar sadece Musul, Hatay, Batı Trakya, Adalar. Kıbrıs olsaydı.
Patrikhane, borçlar, azınlıklar, gemiler, mezarlıklar esir değişimi, af gibi konularla sınırlı kalsaydı;.ama kalmazdı. Lozan'dan Müslüman Türk'ün kafasından kılığına kadar batılı yapan her şeyi getirdik.
Batının şu anda sahip olduğu yüksek teknolojinin nasıl ortaya çıktığını elbette bilmeliydik. Ama teknolojiyle ilgilenmek yerine “kimlik”ile, onu değiştirmek ile ilgilenildi. Neticede ne doğulu ne batılı kimlik ortaya çıktı. Maddi kalkınmada da arzulananın gerisinde kalındı. Günümüz Türkiye’sinin meseleleri düşünüldüğünde yapılan inkılapların çözüm olmadığı anlaşılır.
Bazı araştırmacılar Lozan'da bırakılanlar için”Türkiye savaşa giremezdi, verilenlerle yetinmek zorundaydı.”demektedir.0ysa belirtmeye çalıştığımız gibi itilaf devletleri savaşa kesinlikle karşıydılar ve bunu İsmet Paşa'ya söylemişlerdi. Ankara da itilaf devletlerinin savaşı göze alamayacağını biliyordu. Minareyi çalan kılıfını hazırlamış.
Bazı Tarihçiler de Lozan'ı Sevr ile kıyaslayarak Lozan lehine sonuca varmak istemektedirler. Dikkate almadıkları husus şudur: Lozan zafer sonrası gelen antlaşmadır. Sevr ise koskoca devletin yıkılmasına ramak kala ortaya çıkan bir antlaşmadır. Yani Lozan 1. Dünya savaşından sonra gelen Sevr ile kıyaslandığında daha iyi şartlara sahipti. Kaldı ki Sevr'i ne Osmanlı ne de Vahdettin imzalamıştır.
KORE SAVAŞI
Bilindiği gibi 1950 senesinin başlarında Çin ve Kuzey Kore müşterek olarak Güney Kore'ye karşı saldırı başlatmışlardı. Saldırı üzerine milletlerarası yardım çağrısında bulunan G. Kore’ye Birleşmiş Milletler yardım kararı almıştır. Başta ABD olmak üzere İngiltere ve Fransa gibi kuvvetli devletler büyük çapta askeri yardım ve asker gönderme kararı aldılar.
14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen çiçeği burnunda Menderes Hükümeti de bir tugaylık askeri kuvvet ile yardım kararı alır. Günümüzde de tartışılan yardımın gerekçesi olarak ; Sovyetlerin Türkiye'ye karşı yayılma arzuları taşıyan politikasına karşı NATO'ya girebilmek. Ancak zannediyoruz ki, o gün için Sovyet tehlikesi abartılmıştır. Özellikle Amerika, Türkiye gibi kendisine yakın olmasını istediği ülkeleri Sovyet tehdidini abartarak yanına çekmek istemiştir. Elbette ki Stalin Rusyası emperyalisttir, Türk düşmanıdır ancak bir diğer emperyalist Amerika, Türkiye'ye kurulacak üsler vasıtasıyla hem Ortadoğu’yu hem de Sovyetleri kontrol edebilecektir. Nitekim Türkiye NATO'ya üye olduktan sonra netice bu şekilde olmuştur.
Kore savaşlarında Türk askerini Amerikan asker ve komutanları bile bile ateş ortasında bırakmışlardır. Ve sadece 1 günde 600 şehit vermişizdir. 5000 kişilik Türk tugayının görevi Amerikan 8.ordusunu yok olmaktan kurtarmaktır. ve Amerikalılar dil bilmeyen, bölgenin yabancısı olan bu insanları Çinlilerin karşısına sürmüşler ve kendileri kamyonlarla bölgeyi terk etmişlerdir. Bu savaşlarda çok şehit vermişiz.
Kore savaşlarında Amerika bizi NATO diye oyuna getirmiş ve kendi az ama kendinden olmayan çok zayiatla yok olmalarını sağlamıştır
27 MAYIS 1960 AYAKLANMASI
27 Mayıs demokrasiyi sindiremeyen Milli Şeflik ve tek adamlık sendromundan kurtulamayan, Osman Bölükbaşı'’nın ifadesiyle 23 yıldır kızıl bir Sultan tarafından idare ve sevk olunan bir ülke diye tanıttığı Türkiye'deki İsmet Paşadır. Bu ayaklanmada İsmet Paşa askeri fevkalade kışkırtmış DP'nin üzerine salmış ama bunu Menderes anlayamamıştır.
İhtilali yapanlardan Binbaşı Orhan Erkanlı, İsmet Paşa'nın yönetimini gayet güzel ifade ediyor: “Üst üste kaybedilen seçimlerin sinirliliği ve tahammülsüzlüğüyle her fırsatta hükümete, Meclise, yönetime saldıran insafsız usta bir muhalefet” İnönü'nün muhalefeti ; Menderes'i “çizgiden” çıkartmak, onu kanunların hilafına harekete zorlamak, başarısını örtmek, telaşlandırmak, hatta ordunun harekete geçmesini sağlayacak şartları tesis etmek felsefesine dayanıyordu. İnönü’nün Menderes’i çok ağır bir dille suçlaması, basının yalanları, CHP teşkilatının sokağa döktüğü insanlar, abartılan hadiseler karşısında Demokrat Parti bazı siyasi hakları kısıtlamıştır. Mamafih, bu sefer de hükümet “zorba”',”dikta” kelimeleriyle suçlanmıştır.
İhtilalin Belli Sebepleri:
·Amerika'nın ülkedeki sanayii hamlelerine endişe ile bakması.
·Askerlerin ekonomik olarak zor durumda bulunmaları.
·DP'nin din konusuna yönelmesi ve laiklik korkusu
·Menderes'in İnönü'yü hedef alan konuşmaları ve askerin İnönü’yü desteklemeleri
· Yapılan işlerde halkın Menderes'i Hasan Mehdi olarak görmeye başlamaları Bundan sonra Menderes darbenin olacağını kendisine haber verenlere Türkiye'nin bu meseleyi çoktan aştığını askerin buna kafasının yetmeyeceğini açık olarak beyan ediyor.
27 Mayıs ne bir ideoloji ne de bir doktrin hareketidir. Teorik bağlantılara dayanan bir fikir hareketi değildir. Sadece İttihat ve Terakki gibi ne yapacağını bilmeyen subayların ülkede kendilerini kahraman göstermeleridir.
PKK'YI ORTAYA ÇIKARANLAR
Ermenilerin mücadelelerini başarıya ulaştırmak için Alevi Kürtlerin de meselelerini gündeme getirip meşru zemin hazırlamak istemeleridir. Ve cahil halkı milliyetçilik ve ekonomi damarlarından vurmalarıdır.

ENTROPİ


ENTROPİ
(Dünyaya yeni bir bakış)


Yazar: J. RİFKİN ve Ted HOWARD

Birinci Bölüm: Dünya Görüşleri
-Entropinin fiziki olarak anlamı ve bu konudaki değişik yorumlar üzerine genel bir bakış.
-Fiziki Entropi ile kitabın asıl temasını oluşturan ve yeni bir bakış ile Entropinin sosyolojik, kültürel ve tarihi kavramlarla korelasyonlan ve benzerlikleri.
-Tarih boyunca Antik Yunan'dan itibaren Mezopotamya, Roma, Rönesans öncesi Avrupa, İslam Medeniyetleri (Selçuklu ve Osmanlılar) ve Sanayi Devrimi sonrası Entropi ve toplumsal olaylar arasındaki şaşırtıcı benzerlikler. Toplumsal düzen ve hukukta karmaşa ve sistemleşme (rejimin oluşması) gibi zıt kavramların müdahalelerle değişimi.
-Hesiottan Descartese, Jacques Turgot ve İbn-i Arabiye kadar pek çok düşünürün içtimai düzen ve düzensizliklerle alakalı ismi konulmamış ancak Entropi ile izah edilebilecek çarpıcı örnekler verilmiştir.
İkinci Bölüm: Entropi Yasası
-Termodinamik kanunlarına göre(2.kanun) bir sistemde sürekli düzenliliğe gidiş eğilimi vardır. Kainattaki tüm enerji homojen dağılım oluşturmak için transformasyonlar geçirmektedir. Yani sıcaktan soğuğa, yüksekten alçağa, çoktan aza doğru denge noktasını sağlamak üzere bir akım söz konusudur. Yoksa enerji yoktan var, vardan yok edilemez.(ilahi irade hariç)
-Entropi Kanunlarına göre enerji var olsa da iş yapma kabiliyeti kalmamışsa Entropik sona, yani mutlak düzenliliğe ulaşılmıştır.
-Çarpıcı bir örnek olarak bir sigara yaktığınızda dünyadaki hatta evrendeki kullanılabilir enerji miktarını azaltmış olursunuz. Ve bunun geri dönüşümü yoktur.
-Zaman, metafizik ve Entropi arasındaki şaşırtıcı bağlılık. Zaman oku paradoksu.
Entropinin metafizik boyutu, her varlığın mükemmellik arayışı, insandaki en iyiyi arzulama dürtüsü.(Aneximenes ve daha sonra Sir Arthur Eddington'ın görüşleri)
Üçüncü Bölüm: Yeni Tarihsel Çerçeve
-Les gens heureux n'ont pas d'historie. “ Tarihi mutlu insanlar yapmaz.”
-İnsanlık tekamülünün itici gücü mükemmellik arayışı ve ihtiyaçlardır.
-Tekamül projesinin geri dönüşü yoktur.( Zamanın okunun tek yönlü olması gibi.)
-Son büyük enerji sınırı adı verilen (ultimate energy limit) fiziki entropik son olduğu gibi, toplumsal ve kültürel gelişmelerinde bir limiti vardır. (Fukuyamanın medeniyetlerin sonu teoremi)
Dördüncü Bölüm: Entropi ve Sosyal yapı
-Entropi yasasının toplum bünyesine uyarlanması: “Son üç yüz yıl boyunca insanlık, mekanistik bir evren görüşüne sahip oldu. Fakat bu görüş ileri bir kriz aşamasında. Ana hatları ile bu kriz karmaşık bir sistemi tersine çevirmenin imkansızlığıdır. Düzen ve ilerleme üretmek için toplumlara olaylara ve bütünü ile dünyaya her müdahale edişimizde başka bir yerde düzensizlik ve bozulma meydana geliyor.
-Üretim dengelerinin, savaş ve kıtlıkların, yeni teknolojilerin uygulanışının toplumsal yapıda oluşturduğu çalkalanmalar, bundan dolayı oluşan sistem değişiklikleri. Marksizm, kapitalizmin temel çıkış noktaları.
-İnsan düşünce sistemi üzerindeki irdelemeler: Postmodernizm, sürrealizm, neoexistansiyalizm...
Beşinci Bölüm: Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü
-Yeni bir ekonomik doktrin: Sürekli maddi gelişme düşüncesine dayalı mekanik bir dünya görüşünden, sınırlı kaynakları koruma düşüncesine dayalı entropik bir dünya görüşüne geçiş
-”Sanayi Ötesi Bilgi Toplumu “ denilen bu değişik ve dinamik yapının bazı özellikleri ve buna geçişte yaşanabilecek sorunlar
-Entropik bir toplumda değerler ve kurumlar: Metafizik değerlerin yükselişi,” zamanımızın en acil gereksinimi insan nedir, nereye gitmektedir, hayatımızın amacı nedir?” sorularına yanıt bulmaktır.
Sonuç: Entropi kanunu, bize mevcut tüm eneri formlarının iş yapabilen miktarında azalma olduğunu söylüyor, diğer bir deyişle düzensizlik her yerde artıyor. Bu süreci tersine çeviremeyiz. Bu kanun fiziki olduğu kadar sosyolojik, tarihsel, ekonomik olgular içinde böyledir ve kaçınılmazdır. Entropi, yeni dünya görüşünün kapsamlı bir ifadesidir, ve ekonomistler, siyasetçiler ve dünyanın vaktinin tükendiğine henüz ikna olmamış herkes için hayati bir anlam taşımaktadır.

DÜŞÜNCE KAYMALARI


DÜŞÜNCE KAYMALARI

Yazar: Komisyon
Yayınevi: KAYNAK A.Ş.

‘İnkar edenler dediler ki, ‘Bu Kuran’ı dinlemeyin. Onun hakkında gürültü edin. (Gürültüyü Kur’an’ın sözlerine karıştırın ki, onun anlaşılmasına engel olsun). belki (böylece) ona galip gelirsiniz.
(Zira, başka türlü onunla baş etmenize imkan yoktur).’ (Fussilet. 141/26)
Batı kültürü ve medeniyeti ile kurulan yakın temasla birlikte, İslam’ın temel kaynaklarına yönelen hareketlerde, Batı’dan ve müsteşrik zihniyetlerden yana tavır koyan kalemşörler olmuştur. Ve ne hazindir ki bunlar, kendi içinde neşet ettikleri İslami kültüre karşı, müsteşriklerden dahi daha fazla insafsız ve şedit davranabilmişlerdir. Bu eserde de daha çok Turan Dursun’a cevaplar mahiyetinde ele almıştır. Kitap dokuz ana bölümden müteşekkildir. her bölüm mevzu ve muhteva bakımından birbirinden müstakil olarak ele alınmıştır. Yer yer belli şahıs ve kitaplardan ziyade, görüş ve düşüncelere yön veren zihniyetler üzerine yoğunlaşmıştır.
Kitabın ilk bölümünde İslamın cihad anlayışı geniş bir şekilde işlenmiştir. Sırf işgalci ve emper ve emperyalist devletlerin sömürü anlayışı ile aynı kefede mütaala edilmesi, fahiş bir hatadır. İslam cihadının şartları, kanuni dayanakları, meşruiyeti, insani, ahlakı ve evrensel gayeleri ve hedeflerinin neler olduğunu bilmeden, onu işgalci devletlerin vahşet dolu savaşlarına mukayese etmek oldukça yanlıştır. İslamı beşeri ideolojilere benzetmeleri veya İslama yaklaşırken, beşeri ideolojilerin ortaya koyduğu kavramlarla yaklaşmamalıdır.
İslamda Cihad Anlayışı (Hazırlayanlar:A. Kurucan, Yener Öztürk)
Cihad tarifi içinde hiçbir şekilde ‘kafirlerin mallarını mülklerini ellerinden almak ve yağmalamak’ söz konusu edilemez. tarihin şahadetiyle de sabittir ki değil savaş anında, savaş sonrasında Her şey bittiğinde hükmü verecek sözü kesecek galipler Müslümanlar oldukları halde bile, değil ‘tapınakları yıkmak, aksine Ehl-i kitabın dini hürriyetlerini sağlamış ve mabetlerinde ibadet etmelerine müsaade etmiş, hatta onların muhafızı olmuşlardır.
‘Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisine ibadet-ü taate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişmeyeceksiniz. Ağaçları yakmayacaksınız, hayvanlara dokunmayacaksınız, servetleri heder etmeyeceksiniz.’
Müslümanlar olarak, size hayat hakkı tanımadıklarında, mazlumun, mağdurun yanına, yardımına koşman gerektiğinde dininin teessüsüne mani olduklarında, fikir ve düşünce hürriyetine gem vurup bu hakkı elinden aldıklarında ve İslam’ın cihanşumül keyfiyetiyle disipline edilmiş kaide ve hukuka uyarak cihad vazifesi yerine getirilir.
Turan Dursun’a ait niyetlerle kaleme aldığı kitabında ‘ Ya İslam, ya ölüm’ diyerek ayetlerin siyak-sibak münasebetini gözetmemiş.
Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde ‘Falanı bulursanız onu öldürün fakat yakmayın.’ Bu hadisi yanlış değerlendirip ‘Falancayı bulursanız ateşte yakın dedim. Ama önce öldürün, sonra yakın.’ şeklinde mana veriyor.
Savaş nasıl bir hiledir? Ka’b b. Eşref neden öldürüldü. Dinde zorlama yoktur mevzuu baskıların olmadığını ayet ve hadislerle inceliyor.
Marksist düşüncenin önemli isimlerinden olan Alman yazar Auguste Bebel ve Yahudi yazar Max Dumant’ın İslam hakkındaki görüşlerini incelemiş.
İslam’da hoşgörü ve fikir özgürlüğü ve İslam tarihindeki sapmalar ve hukuk ihlalleri, Müslüman olmayanların Müslümanların korumaları altındadır. Bugünün korumaları da koruma altındadır. saptırılan kısas hükümleri, din ve vicdan özgürlüğü, hakkında kısas uygulanacak kişiler hakkında geniş bilgi var. Rüşvetle Müslüman olunduğunu söyleyen itirazcı Peygamberimizin müelefe-i kuluba yaptığı bu ihsanların güya rüşvet olarak yapıldığını Taberi tefsirinden çarpıtarak aldığı bir cümleyi delil olarak kılarak kullanıyor. İp ve benzeri manalara gelen Reşa kelimesine rüşvet manasını veriyor. Sonra da arzu ettiği tercümeyi yapıyor. ‘Ebu Bekir hilafete geçince (müellefe-i kuluba verilen) rüşvet kesildi.’ Halbuki tefsirde geçen bu cümlenin tercemesi şudur. ‘Ebu Bekir halife olunca (müellefe-i kulubu, İslam’a bağlayan) ip koptu.’ İtirazcının tercemesi, kastının değil de cehaletinin en parlak delilidir.
Kur’an Anlayışımız: (Hazırlayan Davut Aydüz)
Mutezile, Kur’an’ın orijinali yakıldığı için aslının yok olduğunu; mevzuu Kur’an’ın, Hz. Muhammed (sav.) duyurduğu Kur’an’ın aynı olmadığını ileri sürüyor. Dr. Subhi salih’in Kitabından aktarılan bilgi güvenilir değildir.
Kur’an hafızlarının sayısının az olduğu böyle bir zamanda Kur’an’ın tahrife uğramasının tabi olduğu, kontrol ve korunmasının imkansız bulunduğu imajı verilmeye çalışılmıştır.
Hz. Peygamber (sav.)’in terbiyesinde yetişmiş sahabeler arasında 23 yıl içinde Kuran’ı sadece 4 veya 7 kişinin ezberlemiş olması aklen muhaldir.
Buhari’nin Es-Sahih’inde rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (sav.) henüz hayatta iken meydana gelen ‘Bi’ru Maune’ olayında şehid olan ‘kurra’nın sayısı 70 kadardır. Hz. Peygamberin vefatını takip eden yıl içinde meydana gelen dinden dönme olayları üzerine yapılan savaşlarda, ‘Yemame’de şehid olan ‘kurra ve huffaz’ın sayısı da bazı alimlere göre 450-500 kadar bazılarına göre ise 700 kadardır. Bir başka önemli nokta da Hz. Peygamber hayatta iken vahyin henüz son bulmamış olmasıdır. En son nazil olan birkaç süre veya ayet, bazı kimseler tarafından bilinmeyebilir. Hamidullah’a göre Peygamberimiz (sav) vefat ettiğinde 3000 kişi Kuran’ı ezbere biliyordu. Zeyd B. Sabit’in yazmış olduğu Kuran ile Hz. Muhammed (sav) indirilen Kuran arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü: Kuran’ı herkes ezberliyor, ayrıca ezberlediklerini yazılı vesikalarla te’yid ediyorlardı. her gün namazda okunan şey nasıl unutulabilir? Kuran ayetleri öyle ahenkli iniyordu ki, herkesin kolayca ezberleyebileceği kadar azar azar iniyordu.
Ayrıca sahabe, kuran ayetlerinden hüküm çıkarıyor ve onlarla amel ediyordu. Yüzondört adet sure, uzundan kısaya doğru sıralanmıştır; bununla birlikte bu sıralama uzunluk ölçüsünün göz önüne alınmayışının istisnalarında vardır. Bu demektir ki, bu tertipte, vahyin kronolojik (nüzul) sırası gözetilmemiştir.
Garanik Kıssası tamamen uydurmadır. din düşmanlarının, Müslümanların kalplerine şüphe atmak için hazırladıkları senaryodan ibarettir. İlmi ve tarihi delili yoktur. Kuran anlayışımız bölümünde daha başka itirazlara da cevap verilmiştir.
İslam’da Kadın Üzerine (Hazırlayan: Süleyman Demiray)
‘Annelik’ vasfıyla insanın varlığına sebep olan kadın; ‘zevce’ vasfıyla hayatın iniş ve çıkışında erkeğine en samimi arkadaş kadın; ‘Fahişe’ vasfıyla bir eşya gibi alınıp-satılan, şunun bunun mülkiyetine girmiş ve irsiyet hakkından mahrum bırakılmış kadın hep aynı kadındır.
Hintlilerde dini kanunları olan ‘veda’lara göre kadınlar ilim tahsil edemezken, ‘Buda’ya göre de kurtuluşa eremeyecek bir zümredir. Eski Yunan medeniyetinde kadınlar için ilim ve irfan söz konusu değildi. Eflatun’un nazarında bile kadın ‘bir çocuk doğurma makinası’ olacak kadar yükselebilmişti. Avrupa’da kadınlara bazı haklar tanınması onan kadınlığının karşılığı olarak değil onu erkek yerine koymak veya erkekleştirmek içindir. İslam, kadına kendi kendini evlendirme hakkını da vermiştir. Ki bu Avrupalı kadının ancak 20. asırda ulaşabildiği ve muazzam bir zafer saydığı hukuki haklarından biridir.
‘İslam bütün kanunlar ve medeni hukuk karşısında kadını eşit tutmuştur. Bu eşitlik evli ve bekar kadınlar için aynıdır. İslam’daki evlilik ile Hıristiyan alemindeki evlilik arasında büyük farklar görülür. İslam kadını evlendikten sonra hukuki hiçbir değer kaybetmez. Şahsiyetine alım-satım yoluyla mülk sahibi hukukuna mensup olduğu aile bağlarına ve diğer medeni haklarının hiçbirine halel gelmez. tam bir hürriyet içinde alır-satar, müstakil olarak mal sahibi olabilir, vakfedebilir, vasiyette bulunabilir. Kocası az veya çok hanımının malından bir hak talep edemez.’ Bugün kadınların sahip olduğu haklar, büyük buhranlardan sonra, birtakım tepki hareketlerinden sonra elde edilebilmiştir. Halbuki İslam, kadının haklarını tepkiklerin karşılığında değil insani, kadını ve erkeği ile bütün olarak telakki ettiği için zuhur ettiği gün bir disiplin olarak vaaz’ etmiştir.
Erkek heyecanlı tabiatıyla değil, düşünen, mücadelinin netice mesuliyetlerini yüklenmeye mütehammil olarak yaratılmış olması hesabiyle eve ve aileye reislik için kadından daha elverişlidir. Hatta bizzat kadın da kendisine itaat eden ve arzularına boyun eğen erkeğe saygı göstermez.
Nikah akdi esnasında kadın, kendine de boşanma yetkisinin verilmesini şart koymuş, kocası da kabul etmişse kadının kocasını boşama hakkı olur. Ancak bu şartı koymayan kadın, boşanma hakkını kocasına vermiş sayılacağından şikayete hakkı olmaz. Aile hayatında nafakayı temin etme erkeğindir. Bu durumda gelirin de masraf ile mütenasip olması gerekir. Mükellefiyetler ve masraflar erkeğe yüklenirken, gelir dağılımında ve mirasta kadınların eşit tutulması iktisadi kaidelere, adalete ve hakka muhalif bir zulüm olur. Kadın ile erkeği mirasta eşit tutmakla hukuki eşitlik esası ihale edilmiş olur.
Her ne kadar kadının şahsi serveti olsa da erkeğin ondan bir şey alması kat’i suretle doğru değildir. Ancak ikisi arasında karşılıklı bir rıza bulunduğu zaman müşterek sarfiyat yapabilirler, kadın hiçbir şeye malik değilmiş gibi itibar olunur ve ona erkeğin vazifesidir. Erkek harcamaktan vazgeçtiği veya sahip olduğu malı servetine nispetle sarfiyatta cimrilik ettiği zaman kadının erkeği şikayet etmesi hakkıdır.
‘Kadının diyeti erkeğin diyetinin aynısıdır’ hadisi hata ile meydana gelen öldürmelerde geçerlidir. Kadının şahitliği; kadınlar fıtraten hassastırlar. Kolay etkilenmelerinden dolayı unutkan olabiliyorlar. İkinci olarak kadında enfusiyet (sübjektiflik) hakimdir. Objektif hadiseler onu ikinci derecede ilgilendirir. Üçüncü olarak kadında haya ve hicab hakimdir.
Dördüncü olarak kadının fıtratı erkeğe mukabil olduğundan erkekleşmek kadın için züldür. Halkın hukukunu korumak ve garanti altına almak için borç ve ticaret gibi erkeklere ait işlerde erkek yerine iki kadının şahitlik yapması emrediliyor. Ancak bir kadınında tek başına şahitlik yapabildiği mevzular vardır. Doğum, süt emzirme, dulluk, bakirelik, ilan gibi ailevi konularda kadın erkeğe denk olarak tek kadının şahitliği yeterlidir.
Mut’a nikahı fuhuştan başka bir şey değildir. Nikah ahdinin temel unsurlarından biri de ebedilik vasfıdır. Bu vasfın ihlal edildiği durumlarda ise nikah hükümsüz sayılır. İslam o güne kadar dünyanın hemen her yerinde uygulanan sınırsız evlenme (poligami) hürriyetini sınırlamış ancak dört kadınla evlenmeye müsaade etmiştir.
İlahi nizam şımarıklığın, isyanın ve serkeşliğin bilfiil tahakkuk etmesine isyan bayrağının kaldırılmasına hakimiyet makamının düşmesine müsaade etmez ve aile müessesinin iki ayrı kampa ayrılmasına kadar beklemez. Bu durumda tedavi ve telafi çareleri azalacağından tehlike bu noktaya gelmeden ıslah yollarına başvurulması gerekir. Allah Rasülünün kadınları dövme tavsiyesi diye bir şey yoktur. Bu ıslah tedbirleri Nisa süresinin 34. ayetiyle anlatılmaktadır. İlk olarak nasihat etmek, öğüt vermek, sonra aynı yatakta sırtını dönerek mesafeli duracak. Bazen bu yapılanlar faide vermezse hafifçe dövmek son merhale olarak kabul edilen bir merhaledir. Medine devrinde erkekler, Allah Rasulü’ne gelerek kadınların huysuzluğundan şikayet ettiler. O da ‘Fazla acıtmadan hafifçe okşayınız’ buyurdu. Bir müddet sonra da Hane-i Saadetin odaları, kocalarından dayak yiyen şikayetçi kadınlarla doldu. Ezvac-ı tahirat, durumu iki cihan serverine bildirdiler. Bunun üzerine Allah Resulü, mescide gelerek sahabeyi topladı ve onlara ‘Duydum ki Kadınları dövüyormuşsunuz. Bundan böyle kadınlar dövülmeyecektir’ buyurarak meseleyi kesip attı.
Neticesi boşanmaya varacak ve daha kötü sonuçlar doğuracak bir durum karşısında dövmeye bile ruhsat verilmiştir. İslam hukukunun ‘Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur’ genel prensibine de uygunluk arzeder. kadının eğe kemiğinden yaratılması konusunu da detaylı bir şekilde incelenmiştir.
Kader (Hazırlayan: Abdülkadir Paksoy)
Cüz’i irade, varlığı bedihi ve ağırlığı bizce meçhul bir meyelandan, eğilimden, ledünni bir iç istekten ibarettir. Hariçte elle tutuşur ve gözle görülür bir mevcudiyeti yok ama, kendi var olan bir sır... Belki insana göre beyin ne ise, ruha göre de irade odur. Kainatta, ilahi bir kader ve program hakim olup, insanda da bir irade ve meyil vardır. Allah (cc) sonsuz ilim sahibi olduğundan geçmişi, hazır zamanı ve geleceği bir nokta gibi görür ve bilir; bütün vuku’u bulacak hadiseleri muhtelif kitaplar halinde kaydeder ve yazar.
Biz yaptıklarımızı Allah (cc) öyle yazdı diye yapamayız; bilakis Allah (cc) önceden irademizi hangi yönde kullanacağımızı bildiği için öyle yazar.
Allah (cc) kaderimizi yazarken irademizi dışta tutmaz ve irademizi nasıl sarf edeceğimizi hesaba katarak yazar. Allah (cc) engin rahmetiyle bize lütfettiklerinden ayrı olarak irade sermayemizi yolunda kullanmamızın neticesinde de cennetler vaad etmektedir.
İslam’da boş inanç ve hurafe yoktur konusunu Sait Koçer incelemiştir.
Sihir-büyü gerçektir ve yapılabilir, yani büyünün tesiri mümkün ve vakidir. Ancak, başkasına büyü yapıp kötülük etmek karı kocayı birbirinden ayırmak bu yolla insanları birbirine düşürmek, tutsun tutmasın bu mevzuda gayret sarf etmek yapana da yaptırana da yardımcı olmak katiyyen haram ve günahtır. Helal itikad ederek yapmak ve yaptırmak küfürdür, insanı kafir yapar. Fakat birisi gerçekten cinlere veya büyüye maruz kalmış da ızdırap çekiyorsa, okumakla onu ızdıraptan kurtarmak halinde sevaptır.
Arş’a İstiva (Hazırlayan: Adem Akıncı)
‘Rahman Arş’a İstiva etti’ ne demektir, güneşin secde etmesi, Arşı taşıyan sekiz keçi konularındaki söylenimlere karşı açıklamalara bulunulmuştur.
Sabiilik (Hazırlayan: İbrahim Sümer)
Sabiilik Irak merkezli semavi dinlerden biri. İdris Peygamberden kaynaklandığı konusunda alimler görüş birliği içindedirler. kadim (antik) bir dini gelenek olduğundan zaman içinde muhtelif görüşler şekillerine bürünmüştür.
Cahiliyede Kız Çocukları konusunu Adil Öksüz hazırlamıştır.
Bu vahşice adeti kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısıyla, kimileri de servet ve samanillarının kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yaparlardı. Ne olursa olsun bu önlenmeliydi ve önlendi de...
Zina (Hazırlayan: Yılmaz Yiğit)
Cezayı. Kuran’da yer almamasından hareketle inkar edenler, bazıları da ‘tarihsellik’ anlayışına sığınarak ‘14 asır önceki Arap toplumu şartları içinde verilen bir cezadır ve bugün için geçerliliği yoktur’ demektedirler.
Amerika’da kürtaj yaptıranların % 85’ini evli olmayan gençlerin oluşturduğu bilinen bir gerçektir.
İslami cezalarda hedeflenen maksat nedir? Toplumu korumaya yönelik oluşudur. İslam ki, Bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürmeye eş tutmuştur.
1-Suç işleyen insanı ıslah etmek ve daha suçu tekrar etmemesini sağlamak.
2-Şahsın ve umumun ahlakını korumak.
3-Toplumda suça meyli önlemek (caydırıcılık). Caydırıcı cezalar insanları suç işlemekten alıkoyduğu gibi, caydırıcı olmayan cezaların da suça teşvik edici mahiyette olduğu bir gerçektir. Halkın önünde olmasının hikmeti umumen caydırıcılığıdır ve suçluya zulüm ve işkence gibi yasak olan aşırılıklardan korumaktır.
NOT: Ku’ran’a ve Sünnet’e yönelen bu hareketler, takındıkları tavır, takip ettikleri üslup ve ortaya koydukları eserlerde İslam’a olan kin, husumet ve çalışmalarını samimi bulmadığımız gibi, objektif ve otokritik mahiyetinde de kabul etmemekteyiz.

DOST KAZANMAK VE İNSANLARI ETKİLEME SANATI


DOST KAZANMAK VE İNSANLARI ETKİLEME SANATI

Yazar: Dale CARNEGIE

Carnegie, Missouri’de tren yoluna on mil uzaktaki bir çiftlikte doğmuş ve 12 yaşına kadar araba-tramvay görmemiştir. Fakat bu çocuk Hong Kong’dan Kuzey Kutbu’na kadar dünyanın dört bucağını dolaşmayı, bütün kurumların yöneticilerine ders vermeyi başarmıştır. Güney Dakota’da sığır çobanlığı yapan bir çocukken, İngiltere’de veliahtın himayesinde konferans veren birisi olabilmiştir.
Carnegie yaptığını şöyle açıklıyordu:
‘İnsanların korkularını yenmelerine çalışıyorum. Başarısızlık, korkunun neticesidir. Korkularının yenenler, kendilerine güveniyorlar, atak oluyorlar.
Gün geçtikçe kurslarıma katılanların yalnız etkili konuşmak değil, sosyal münasebetlerden başarı sağlamanın diğer yollarını da öğrenmek ihtiyacında olduklarını gördüm.
Teknik bir meslekte bile başarının % 15 bilgiye, % 85 insanları idare etme sanatındaki maharete bağlı olduğu ortaya çıkmıştır.
Yaşayan meşhurlarla yüz yüze görüşmeler yaptım. Marconi, Roosevelt, Young, C. Gable, Pickford, Johnson bunların arasındaydı.
Yanımda çalışan 314 kişi bana selam bile vermezdi. Beni gördüklerinde yollarını değiştirirlerdi. Şimdi 314 düşmanım yerine, 314 dostum var. Çünkü artık onları başaramadıkları ile değil, başarabildikleri ile değerlendiriyorum. Azarlayarak değil, takdir ederek yaklaşıyorum’.
İNSANLARI İDARE ETMENİN TEKNİK ESASLARI
1-Tenkit Çok Tehlikeli Bir Kıvılcımdır
Yıllarca birçok cinayet işlemiş, insanları sindirerek haraca bağlamış, bir sürü soygun yapmış insanlar bile suçlu olduklarına inanmadıklarına göre, sizinle her gün görüşen insanlar, tenkitlerinizin doğru olduğunu hemen kabul edecekler midir? Sert tenkitleriniz bir işe yarayacak mıdır?
Bütün tenkitler yuvalarından uçan güvercinler gibi yuvalarına dönmeye mahkumdurlar.
Tenkit, insanın en çok değer verdiği ‘benliğini’ yaralıyor. O’nun hiddetlenmesine sebep oluyor.
Alman Ordusu’nda hiçbir asker olayın hemen sonrasında şikayette bulunamaz. Önce hiddeti yatışacak, olayı daha soğukkanlı değerlendirebileceği bir zaman geçecek, sonra şikayette bulunabilecektir.
Karısı veya başkaları iç harp sırasında Güney halkı için ağır sözler sarf ettiklerinde Lincoln şöyle diyordu: ‘Onları tenkit etmeyiniz. aynı şartlar içinde bulunsaydık, aynı şekilde hareket edebilirdik’.
Dünyadaki karışıklıkların ve anarşinin birçok sebeplerinden biri de kendisi düzeltilmeye muhtaç olan insanların dünyayı düzeltmeye kalkmalarıdır.
Konfiçyus der ki: ‘Evinizin eşiğini temizlemeden, komşunuzun damındaki karlardan şikayet etmeyiniz.
Çok tehlikeli bir kıvılcımdır tenkit. Bu kıvılcım, bir barut fıçısından farksız olan insan gururunu anında infilak ettirebilir.
Büyük adam, küçük adamlara karşı takındığı tavırlardan anlaşılır.
2-İnsanları İdare Etmenin Büyük Sırrı
İnsanlara iş yaptırmanın en kestirme yolu insanlarda o işi yapma arzusu uyandırmaktır. İnsanlara tehditle, zulümle, kaba davranışlarla da iş yaptırmak mümkündür ama bu tarz davranışların, katlanmanız gereken ağır neticeleri vardır.
Samimi bir takdiri, iltifatı hangimiz özlemeyiz? Hangimiz bulduğumuz zaman reddederiz?
Yoksul bir bakkal çırağını bir evin döküntüleri arasında bulduğu hukuk kitaplarını okumaya sevk ederek sonunda onu Lincoln yapan duygu önemli olma arzusuydu.
George Washington kendisine Haşmetli Birleşik Devletler Başkanı denilmesini isterdi. Kristof Kolomb Okyanus Amirali ve Hindistan Naibi ünvanını istemişti. İmparatoriçe Büyük Katerina üzerinde İmparatoriçe Hazretleri yazmayan zarfları açmazdı.
Bazı ilim adamlarına göre, yaşadığımız dünyada önemli olma fırsatı bulamayanlar kendilerine ayrı bir dünya kuruyorlar. O dünyada çok önemli biri olarak yaşıyorlar.
Ben insanlara heyecan verebiliyorum. İnsanın yeteneklerini geliştirmesi ve kullanması takdir ve teşvik edilmesine bağlıdır. İdarecilerin tenkitleri kadar insanın çalışma ve başarma ihtirasını öldüren bir şey yoktur. Ben insana hız vermek için O’nu överim. İnsanlarda kusur bulmaktan nefret ederim. Beğendiğim bir şeyi takdir etmekte gecikmem. Bundan da zevk alırım. Ünü makamı ne olursa olsun tenkit yerine iltifat duyup da daha çok gayrete gelmeyen hiç kimseyi tanımadım.
Burada kendisinden daha akıllı ve yetenekli insanları etrafında toplamayı bilen bir adam yatıyor.
İnsanların iyi taraflarını düşünelim. Bunları takdir edelim. Takdirimizi söyleyelim. O zaman bu sözleriniz siz öldükten ya da söylediğinizi unuttuktan sonra bile söylediğiniz insanlarda yaşarlar.
3-Oltaya Uygun Yem Takmayanlar, Balık Tutamazlar
Ben kremalı çilekten hoşlanırım. Balıklar ise kurt yemeyi seviyorlar. Onun için Maine üzerinde balığa çıktığımda oltaya kremalı çilek takmayı aklımdan bile geçirmem. Oltamdaki kurtlara koşan balıkları kolaylıkla avlayabilirim. İnsanları elde etmek için de aynı yolu takip etmek mecburiyetindeyiz. İşte, vazgeçilmez kural: Oltaya doğru yemi takmak...
Bir insanı etkilemenin biricik çaresi, onun istekleriyle ilgilenmek, onun isteklerine değer vermek, onun isteklerinin önemini kabul etmektir.
Oğlunuza saatlerce sigara içmemesini istediğinizi anlatsanız ne elde edebilirsiniz? Sizin bu isteğiniz onu niçin etkilesin? Siz onun isteğini ön plana çıkarın. Oğlunuz futbolu çok mu seviyor? Ona sigara içtiği takdirde iyi bir futbolcu olamayacağını anlatın. Kendi isteğinin gerçekleşemeyeceği ihtimali onu daha çok etkileyecektir.
Prof. Harry A. Averstreet şöyle yazar: ‘Davranışlarımızın kaynağı arzu ve isteklerimizdir. Hangi alanda çalışıyor olursanız olun, başkalarında kuvvetli bir istek meydana getirebilirseniz insanlar yanınızda olur. Bunu başaramayan yalnızlığa mahkumdur.
Carnegie, ilk oğlundan uzun zaman mektup alamadığı için üzgün olan baldızına ‘Endişelenme’ demişti: ‘Şimdi onlara bir mektup yazacağım ve derhal cevap gelecek’ Carnegie annelerini ihmal eden çocuklara bir mektup yazdı ve zarfın içinde para yolladığını söyledi. Derhal cevap geldi: ‘Mektubunuzu aldık. Ama zarfın içinden para çıkmadı’.
Yarın siz de belki başkasına bir şey yaptırmak isteyeceksiniz. Kendinize sorun: ‘Bu adamın (veya bu kadının) bu işi yapmak istemesini nasıl sağlayabilirim?’
Başarının bir sırrı varsa, karşınızdakinin bakış açısını kavramak ve onun gözüyle görebilmektir.
Kendisini başkalarının yerine koyup, onları anlayabilen kimsenin geleceği için kaygı duymasına gerek yoktur.
İnsan tabiatının en zaruri ihtiyacı kendini tanımak ve ifade etmektir.
SEVİLMEK İÇİN ALTI YOL
1-Başkaları ile ilgileniniz.
Tippy herkesi severdi. O, herkesi sevdiği için de herkes onu severdi.
Psikoloji ilminin zirvelerinden Alfred Adler diyor ki: ‘Başkaları ile ilgilenmeyen insanlar hayatta daima büyük güçlüklerle karşılaşmaya mahkumdurlar’.
Roosevelt, yerini Taft’a bıraktıktan sonra bir gün Beyaz Saray’ı ziyaret etmişti. Bütün görevlileri, hizmetçileri hatta mutfakta çalışan kadınları bile isimleri ile selamlamıştı. Archie Butt diyor ki: ‘Roosevelt mutfakta çalışan Alice’i gördüğünde ona hala çavdar ekmeği yapıp-yapmadığını sordu. Alice de ona, yaptığını, ama yalnızca hizmetçilerin yediğini söyledi. Roosevelt, Alice’in tepsi içinde ikram ettiği bir dilim çavdar ekmeğini yiye yiye bahçeye çıkmış, bahçıvan ve işçileri selamlamıştı. Bu adamlar o günü gözyaşları içinde hatırlarlar. Bunlardan Ike Hoover der ki: ‘O gün, son iki yıl içinde mutlu olduğum tek gündü’.
Telefonla konuşurken bile muhatabınız ses tonunuzdan bu konuşmadan ne kadar mutlu olduğunuzu anlamalıdır. Sizin ona değer vermeniz, onu size samimi olarak yaklaştıracaktır.
Başkalarına karşı samimi ve derin bir ilgi gösteriniz.
2-Gülümseyiniz
İnsanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemlidir.
İnsanları hareketleri kelimelerden daha yüksek bir sesle konuşur. Kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanıveririz.
Büyük bir şirketin yöneticisi ‘İşe alacağım insanları seçerken, gülümsemeyi bilen bir lise mezununu, asık suratlı bir üniversite mezununa tercih ederim’ demişti.
Gülümseyin. Öyle samimi ve sıcak olunuz ki, her sıktığınız ele, ruhunuzu da katınız.
Düşmanlarınızı düşünerek zaman kaybetmeyin.
Korkuya kapılıp hedef değiştirmeyiniz.
Aklınızı hedefinizde yoğunlaştırınız.
Güçlü ve faydalı olma düşüncenizi zihninizde yaşattıkça gerçekten de öyle olmaya başladığınızı göreceksiniz. Siz ısrar ettikçe fırsatlar çıkacaktır.
Fikir, imanla bağlanırsa, kudret haline gelir. İmanla bağlanın. Cesur, açıkgöz ve neşeli olun.
Kalbiniz neye bağlanırsa, varlığınız onun mahiyetine bürünür. Bürüneceğiniz mahiyeti doğru tespit edin.
3-İsimleri Hatırınızda Tutunuz
Sıradan bir adam bile kendi ismine dünyadaki bütün isimlerden fazla önem verir.
Bir insanı uzun zaman sonra hatırlayıp, ismi ile hitap etmek, büyük bir iltifat kabul edilir. Fakat ismi yanlış hatırlasanız veya yanlış telaffuz ederseniz, bu, zararlı olabilir. Adam yeterince önemsenmediğini düşünüp, gücenebilir.
Eserlerini kendilerine ithaf ettirmek için yazarlara para teklif eden zenginleri de biliyoruz. Siyasal adamlarının aldıkları ilk ders şudur: ‘Bir seçmenin ismini hatırlamak devlet idaresine hazır olmanın ilk şartıdır. Başkalarının isimlerini hatırınızda tutunuz. Çünkü bir insan için dünyanın en tatlı ve önemli sesi, kendi ismidir.
4-Dinlemeyi Biliniz
Dinleyen birisini bulduğunuzda dinletmeyi sevmeyenimiz yoktur.
Heyecanlı dikkat ve ilgiden zevk almayacak insan yoktur.
En sert, en saldırgan, tenkitçiler bile sabırlı ve sevimli bir dinleyici karşısında yumuşarlar. Böyle dinleyiciler zehirini akıtan tenkitçinin dilinin tutulacağını bilirler ve sabırla zehirini akıtmasını beklerler.
Detner Yünlüler Şirketi’nin 15$’lık borcu için mektup yağmuruna tuttuğu bir müşteri, şirketin kurucusu Julian F. Detner’in odasına öfke ile dalmıştı: ‘Muhasebeniz hesabımı yanlış tutmuş. Size borcum falan yok 15$ ödemeyeceğim gibi, bir daha on paralık alışveriş de yapmayacağım’ diye gürleyen müşteriyi Detner dikkatle dinlemişti:
-Hiç sözünü kesmedim. İçini boşalttı. Rahatladığını görünce şöyle konuştum: ‘Şikago’ya kadar gelip bu gerçekleri bildirdiğiniz için teşekkür ederim. Siz dikkatli bir müşterisiniz. Hatayı binlerce hesapla uğraşan memurlarımızın yaptığına eminim. Bir daha bizden alışveriş de yapmayacağımıza göre, ben size diğer iyi firmaları tanıtayım’.
Çok etkilenmişti. Şikago’ya geldikçe beraber yemek yerdik. Bu defaki yemek davetimin sonunda yüklü bir sipariş vererek ayrıldı. Birkaç gün sonra da hesapları tekrar incelediğini, 15$’lık bir borcunun olduğunu bildiren mektubu geldi. Bu adam oğluna Detner adını vermiş ve ölünceye kadar dostumuz olarak kalmıştır.
Önemli insanlarla çok sevilen röportajlar yapan Isaac Marcosson der ki: ‘Birçok insan dikkatle dinlemeyi bilmediğinden, iyi bir izlenim bırakmaz. Bunlar hep daha sonra söyleyeceklerini düşündükleri için, kulak açmazlar. Benim röportaj yaptığım büyük adamların hepsi de, konuşmaktan çok, iyi bir dinleyici olmayı tercih ettiklerini söylemişlerdir’.Karşınızdakini dinlemeyi biliniz. Başkalarına kendilerinden bahsetme imkanı veriniz.
5-İnsanların İlgilerini Paylaşınız
Bir insanın gönlünü kazanmak için onun ilgilendiği konuları konuşmanın çok etkili olduğu bilinmelidir.
Avrupa’da düzenlenen büyük bir izci toplantısına katılacaktık. Oymağımdaki izcilerden birisi yol masrafını karşılayamayacak durumdaydı. Dev şirketlerden birinin yöneticisinden bu çocuk için yardım istemeye karar verdim.
Görüşmeye gitmeden önce şirket yöneticisinin bir zamanlar bir milyon dolarlık bir çek yazdığını, karşılığı ödendikten sonra bu çeki çalışma odasına astığını öğrenmiştim. Odasına girer girmez bu çekten bahsetmeye başladım. Şimdiye kadar hiç bir milyon dolarlık bir çek görmediğimi, şimdi böyle bir çeki gördüğümü izcilerime anlatacağımı söyledim. Yöneticiden çekin hikayesini de anlatmasını istedim. Bana o günü, tekrar yaşayarak, zevkle anlattı.
Görüyorsunuz ya, Chalif söze yardım isteği ile değil, yöneticiyi çok heyecanlandıran bir konuyla başlamıştı. Bakalım bunun sonucunda ne elde etmiş?
-Çek bahsi bitince yönetici candan bir ilgiyle ziyaretimin amacını sordu. Ben de anlattım. O, bir değil, beş çocuğun masrafını karşılayabileceğini söyledi. Bin dolarlık bir çek yazdı. Şirketin Avrupa’daki şubelerine bize her konuda yardımcı olmalarını isteyen birer mektup hazırlattı. Üstelik Paris’te bizi bizzat karşılayıp şehri gezdirdi. Çek hikayesi aramızda öyle bir dostluk doğurdu ki, hala elinden gelen hiçbir yardımı izcilerimden esirgemez. O gün sözlerime onu çok ilgilen bir konu ile başlamamış olsaydım, herhalde bu başarıyı elde edemezdim.
Karşınızdakilerin ilgilerini paylaşınız.
6-Başkalarına Önemli Birisi Olduklarını Hissettiriniz
Başkalarına, size nasıl davranılmasını istiyorsanız, öyle davranın.
Hepimiz saygı görmek, samimiyetle takdir edilmek isteriz. Hakkımızda güzel sözler söylenilmesinden hoşlanırız. Önemli birisi olduğumuzun farkedilmesinden mutluluk duyarız. Evet, hepimiz önemli birisi değil miyiz?
Bu takdir etme uygulamasına başlamanız için Amerika’nın Ankara Büyükelçisi ya da FIFA Başkanı olmayı beklemeyiniz. Herkesin takdir edilmeye ihtiyacı vardır ve takdir etmesini bilmelidir. İşimiz dost kazanmak değil mi?
Size zahmet verdiğim için üzgünüm’, ‘Rica ederim’, ‘Lütfen’, ‘Teşekkür ederim’ gibi söylenmesi hiç de zor olmayan cümleler karşınızdaki insana kendisine değer verildiğini düşündüreceği gibi sizin iyi yetişmiş olduğunuzu da gösterir. Başkalarına önemli biri olduklarını hissettiriniz. Bunu samimiyetle yapınız.
İNSANLARI KAZANABİLMENİN ON İKİ YOLU
1-Hiçbir Münakaşanın Galibi Yoktur
Bir münakaşayı kazanmanın en iyi yolu, o münakaşaya hiç girmemektir. Uzun politika hayatım, bana bir gerçeği öğretti: ‘Cahil bir adamı münakaşa yoluyla mağlup etmeye imkan yoktur.
2-Kimseye Yanlış Düşündüğünü, Yanlış Bir Şekilde Söylemeyiniz
Hiçbir zaman yüzde yüz isabetli davranamayacağınıza göre, niçin yanlış hareket ettiklerini başkalarının yüzüne vurup duruyorsunuz?
Bir şey ispatlayacaksanız, bunu iddianızı ve niyetinizi belli etmeden yapınız. Öğreniyormuş gibi davranarak öğretiniz. Hatırlamaya çalışıyormuş gibi hatırlatınız.
Acaba yanlış mı düşünüyorum?
Çünkü bizim esas korumaya çalıştığımız şey fikirlerimiz değil, şahsiyetimizdir.
3-Yanlışınızı Kabul Ediniz
Hatayı kabullenmek hatta üstlenmek aynı zamanda bir asalet işidir. Üstün bir karakterin belirtisidir.
Yanıldığınız takdirde bunu çabuk ve kesin bir şekilde kabul ediniz.
4-İşe Dostça Başlayınız
Bir damla bal, bir varil ziftin çekemeyeceği kadar sinek toplar.
Nezaket ve dostluk, sertlikten kuvvetlidir.
5-Hayır’ın Geri Dönüşü Zordur
Söze doğrudan doğruya anlaşmazlık bulunan konulardan başlamayınız. Başlangıç noktanız ortak düşünceleriniz olsun.
Muhatabınızın ilk sözlerinin ‘Evet’ olmasını sağlayınız. Muhatabınıza konuşmanın başında ‘Hayır’ dedirtmeniz büyük strateji hatası olacaktır.
6-Şikayete Karşı Sigorta
Çok kimse düşüncelerini kabul ettirebilmek için çok konuşmaları gerektiğini zanneder.
Değişik bir fikri dinlerken sabırsızlanıp lafa karışmayın. Kendi fikrinizi ifade etmek için konuşmanın bitmesini bekleyin. Muhatabınızı düşündüğü bir şeyi anlatması için teşvik edin. Bunu samimimi olarak yapın. Konuşmasına müsaade etmediğiniz biri, sizin düşüncelerinizden etkilenmez. Onun aklı, söyleyemediklerinde kalır.
New York Herald Tribune gazetesinin ekonomi sayfasındaki ilanda yetenekli bir adam arandığı bildiriliyordu. Charles T. Cubellis de müracaat etti ve mülakata çağırıldı. Cubellis mülakata girmeden önce görüşeceği adam hakkında Wall Street’de epey bilgi topladı. Mülakat esnasında şu bilgileri araya sıkıştırdı: ‘28 yıl önce büyük bir odada tek memurla bu işe başladınız ve bu noktaya geldiniz değil mi? Sizinle çalışmak, benim için şereftir’.
Hayattaki mücadelesini anlatmaktan hoşlanmayan adam var mıdır? Bu adam da neler çektiğini, engelleri nasıl aştığını, işlerini nasıl büyüttüğünü saatlerce anlattıktan sonra Personel Müdürü’nü çağırmıştı: ‘Aradığınız adam bu. Hemen işe başlatın’.
Cubelis önce bilgi toplamakla, sonra da bu bilgiler vasıtasıyla karşısındaki adama uzun uzun konuşma, kendinden bahsetme imkanı vermekle bir iş sahibi olmayı başarmıştı.
7-Düşüncelerinizi Başkalarına Söyletebilmenizin Önemi
Kendi fikirlerimize başkaları tarafından fikirlerden daha çok önem veririz. Başkalarının fikirlerini daima belirli bir direnmeyle karşılarız. Öyleyse fikrimizi kabul ettirmenin yolu nedir? Çok basit, Kendi fikrimizi karşımızdakine sanki kendi fikriymiş gibi söyletebilmek.
Theodore Roosevelt New-York valisi iken siyasi liderlerin sıcak bakmadığı işleri, onların onayını alarak yapıyordu. Nasıl mı?
‘Önemli bir makama atama yapacağım zaman, siyasi liderlere haber verir, teklifte bulunmalarını isterdim. İlk verdikleri ismin yeterli birisi olmadığını söyler, ikinci bir isim isterdim. Bunun da sakıncalı olabilecek taraflarını anlatır başka bir teklifte bulunmalarını rica ederdim. Bu, biraz daha iyi bir isim olurdu. Onlar benim istediğim adamı teklif ettiklerinde ‘tamam’ derdim, ‘kabul ediyorum’. Böylece onların istediği adamı atamış olurdum. Sonra da döner şöyle derdim: ‘Ben size destek oluyorum. Şimdi sıra sizde.. Bu usulle hiç istemedikleri konularda bile yanımda olmalarını sağlıyordum’.
Bir fikrimi ona, üzerine giderek kabul ettirmeye çalışmazdım. Laf arasında şöyle bir dokunup geçerdim. fikrim, onda adeta demlenir, birkaç gün sonra Wilson tarafından kendi fikriymiş gibi açıklanırdı.
Beni alacağım sonuç ilgilendirdiğinden, bu fikir benimdi demezdim. Böylece demleme olunu devam edebilirdi. Wilson da öne sürdüğü fikirlerin bana ait olduğunu anlamazdı bile.
Karşınızdaki insana fikrin kendisine ait olduğunu düşündürünüz. Başkalarının, fikirlerinizi kendilerine mal etmelerinden kaçınmayınız.
8-Büyük Neticelerin Küçük Formülü
Çocuklar işbirliği yapmak, bir işi birlikte başarmak fikrinden çok etkileniyorlar. Başarımı, olaya onların gözüyle bakmama borçluyum.
Unutmayın ki karşınızdaki insan hatalı olduğunu hemen kabul etmeyecektir. Bu yüzden onu suçlamadan önce, düşüncesine kuvvet veren sebepleri anlamaya çalışmalısınız. İnsanların düşüncelerinin sebeplerini keşfederseniz. onun şahsiyetinin anahtarını ele geçirmiş olursunuz. Kapıyı açmak kolaydır artık. Bunu sağlamak için kendinizi onun yerine koymalısınız. ‘Onun yerinde olsaydım, onun şartları altında bulunsaydım, nasıl hareket ederdim acaba?’
Olayları tam bir samimiyetle başkalarının bakış açılarından da görmeye çalışınız.
9-Sempatinin Gücü
A-Bu şekilde insanların ihtiyacı olan şey sempati görmektir. Çocuk, yarasını herkese bunun için gösterir. Hatta daha fazla sempati görebilmek için bir yerini yaraladığı bile olur. Büyük insanlar da yanı sebepten maddi-manevi yaralarını-berelerini anlatıp dururlar. Geçirdikleri kazalardan, ameliyatlardan bahsederler. Neler çektiklerini, başlarına ne felaketler geldiğini anlatıp aniden sırlarını dökerler. Bütün dünyada herkes kendi gerçek ya da hayali ızdırablarına karşı acınıp durur.
Diğer insanların düşüncelerine, arzularına, tavırlarına sempati gösteriniz.
10-Asil Duyguların Harekete Geçirilmesi
Gerçek şu ki, karşılaştığınız herkes, aynada gördüğünüz adam dahil, kendisine büyük bir saygı duyar. Başkalarının da bu saygıyı kendisine göstermesini ister.
John D. Rockfeller Jr. a gazetelerde çocuklarının resimlerinin basılmasını asil duygulara hitap ederek önlemişti. Onun dediği şuydu: ‘Sizler de çocuk sahibisiniz. Küçüklere vaktinden önce şöhret sağlamanın iyi yetişmelerini engelleyeceğini takdir edersiniz’.
Bir müşteri hakkında kesin bilgileriniz yoksa, ona dürüst, samimi, namuslu borcuna sadık adam olduğuna inandığınızı söyleyin. Siz böyle söylerseniz, o da kendisini böyle olmak zorunda hisseder. Kendisine bu vasıflar verilen bir insan başka türlü hareket etmek istemez. A-Bir adama namussuz olduğunu söylerseniz, o zaman da namuslu davranmak istemez. Bu kuralın istisnası çok azdır.
11-Fikirlerin Gösterisi
Rakamlar, konuşmaktan çok daha büyük bir fayda sağlar. Grafiğin gücü ise rakamı aşar. Rakamların şekillerle ifadesi daha etkili olur.
12-Son Çare
İyi ve çok iş yaptırabilmek için rekabeti körüklemek gerekir. Bu, herkesi birbirine ezdiren bir rekabet değildir. Daha mükemmeli yakalama arzusunun ateşlenmesidir.
İnsanlara vasıflarını ortaya çıkarabilecek cesareti veriniz. Bu cesareti vermenin en emin yolu da onlara meydan okumaktır.
İNSANLARI KOLAYLIKLA DEĞİŞTİRMENİN DOKUZ YOLU
1-Mutlaka Kusur Bulacaksanız...
Sekreter bu uyarıdan hiç alınmadı. Çünkü az evvel üstün bir yanı söylenmişti. İnsan övüldükten sonra, kusurunun söylenmesine tahammül edebilir. Tamamen gözden çıkarılmadığını düşünüp, rahatlar. Kusurunu düzeltecek gücü kendisinde bulabilir. Berber de traş etmeden önce, müşterisinin sakalını sabunlamaz mı?
Önce övgü, sonra tenkit sonra itimat. İşte insanı öldürmeden kazanmanın formülü: ‘Çok iyisin. Şu hataların var. Sana itimat ediyorum’.
Söze samimi bir takdirle başlayınız.
2-Düşman Kazanmadan Tenkit Etmenin Yolu
İnsanlara hatalarını dolaylı olarak anlatınız. Böylece kaş yapayım derken, göz çıkartmazsınız; düşman kazanmazsınız.
3-Önce Kendi Hatalarınızı Söyleyiniz
Hatan, benim yaptığım hatadan daha küçük ama sen bunu yapmamalısın.
Kendi hatalarımızdan bahsetmemiz, başkalarının da kendi hatalarını kabullenmelerini kolaylaştırır.
4-Hiç kimse Emir Almaktan Hoşlanmaz
Doğrudan emirler yağdırmak yerine yapmaları gerektiğini insanlara hissettiriniz.
5-İnsanların Gururlarını Koruyunuz
Yıkılan gurur çoğu zaman beraberinde başkalarını da alır götürür.
6-Küçük Bir Takdir Büyük Başarıya Sevk eder
Her insanda gördüğünüz en küçük bir yeteneği ve başarıyı bile samimiyetle takdir ediniz. İnsanlar bu takdir cümlelerin verdiği hızla büyük başarı yollarına girerler. Unutmayınız, böyle davranılmaya sizin de ihtiyacınız var.
7-Değer Vermek
Herhangi bir insana bir meziyetinden veya faziletinden ötürü saygı duyduğunuzu hissettirirseniz, onu idare etmek son derece kolaylaşır.
Baştan çıkmış bir adamı yola getirmek için ona namuslu adam muamelesi yapmak gerekir. Bu muamele onu öyle sevindirir ki, layık görüldüğü şekilde karşılık vermek ister. Bir başkasının gösterdiği itimat ona gurur verir.
Bir insana öyle bir değer veriniz ki, o değere gerçekten sahip olmak istesin. İnsanlara değerli olarak yaşama imkanlarının ve fırsatlarının önünü açınız.
8-Zorlaştırmayınız
Bir çocuğa, bir eşe, bir memura beceriksiz ve yeteneksiz olduğunu söylerseniz, onun bütün gelişme, başarılı olma ümit ve arzusunu kırarsınız. Tam tersini yapınız. Yapılacak işin zor değil kolay olduğunu söyleyiniz. Teşvik ediniz. Yapamadıklarını tenkit etmeden önce yapabildiklerini övünüz. Onun yeteneğine güvendiğinizi hissettiriniz. O zaman daha iyi olmak için elinden geleni yapacaktır. İnsanlara eksikliklerinin kolayca getirebileceğini, hatalarının kolayca düzeltilebileceğini söyleyiniz. Yapmaları gereken işlerin zor olmadığını hissettiriniz. Ne kendi işinizi, ne onların işini zorlaştırmayınız. Daima cesaret aşılayınız.
9-Sevdiriniz
Yapılmasını istediğiniz işi karşınızdakine sevdirerek yaptırınız.
AİLE HAYATIMIZI DAHA MUTLU YAPACAK YEDİ YOL
1-Aile Hayatınızın Mezarını Kazmak İstemiyorsanız...
Kıskançlığın zehirli dumanları bu evliliği de boğmuştu. Kadın dırdırı ile imparatoru bile evinden kaçırtmıştı.
Kocaların evlerini terk etmelerinin en önemli sebebinin karılarının dırdırı olduğunu gördüm.
2-Sev ve Yaşat
Karşısında kendisinde kusur arayan, kusurlarını büyüten bir kadın değil, sadece yorgun başını dinlendirmeye çalışan bir kadın bulmuştur.
Karısının kendisine güvendiği bir erkek dik durur, güçlü olur. Bu konuda verilebilecek en çarpıcı örnek Hz. Muhammed ile Hz. Hatice’nin bir konuşmasıdır. Günlerce süren ruhi gerginlikten sonra Hz. Muhammed eşi Hz. Hatice’ye Peygamberlikle görevlendirildiğini açıkladığında tereddütsüz aldığı cevap şudur: ‘Eğer hakikaten bir Peygamber gelecekse, bu ancak sen olabilirsin’.
Evlilikte başarı yalnızca aranan eşi bulmak değildir. Aynı zamanda aranılan eş olmalıdır.
Eşinizi ‘Aradığım bu değildi’ diye suçlamayın. Acaba onun da aradığı siz miydiniz?
Hayat arkadaşınıza önem veriniz. Onu olduğu gibi kabul ediniz.
3-Soluğu Mahkemede Almamak İçin
İmparatoriçe Katerina da evinde aynı diplomasiyi uyguluyordu. Güçlü bir imparatorluğun bütün tebaasını avucunun içinde tutan, düşmanlarına işkence yapmaktan çekinmeyen, hasımlarını kurşuna dizdiren gereksiz savaşlar ilan eden bu kadar evinde kimseyi incitmezdi. Aşçısının önüne koyduğu yanmış eti bile hiç bir şey söylemeden yerdi. Hatta aşçısına gülümserdi. Catherine dışarıda ne kadar zalimse, evinde de o kadar sabırlı, kibar ve hoşgörülüydü.
Evlilik gemisinin sert kayalara çarpıp parçalanmasına sebep olan dev dalgalar yıkıcı tenkitlerden başka bir şey değildir.
Kırıcı, aşırı, lüzumsuz, yıkıcı tenkitten kaçının. Aksi halde soluğu mahkemede alırsınız.
4-Herkesi Mutlu Etmenin Kestirme Yolu
Kadının mutlu ve evine bağlı olması için kocası tarafından takdir edilmesi gerekir. Katını mutlu eden erkek kendisinin de mutluluğunu sağlamış olur.
5-Kadın İçin Küçük Bir Dikkatin Büyük Değeri Vardır
Lütfen bir demet çiçek götürmek için karınızın hasta olmasını beklemeyin.
Kadınlar doğum, nişan, nikah günlerine büyük önem verirler. Bunların unutulmasını kendilerinin sevilmediği şeklinde yorumlarlar. İçlerinde hakaret kabul edenler de vardır. Erkeklerin eşlerinin doğum günlerini, evlilik yıldönümlerini, benzeri önemli günleri mutlaka ezberlemelidirler. Bunların hatırlanmaması halinde üzülebilecek erkekler varsa, kadınlar bu günleri unutmadıklarını göstermelidirler...
Birçok insan küçük dikkatlerinin değerini takdir etmez. Küçük ihmaller birikir, ortaya koskocaman bir boşanma davası çıkar. Küçük bir dikkatsizliğin orman yangınına sebep olduğunu unutmamalıyız.
6-Bunu İhmal etmemelisiniz
Hollanda’da bir eve girmeden önce ayakkabılarınızı çıkarmak zorundasınızdır. Bu, günün sıkıntılarını kapının önünde bırakmak anlamına gelir. Hepimiz ayakkabılarımızı çıkarıp, eve öyle girmeliyiz. Bu çok önemli bir derstir.
Müşterisine kötü söz söylemeyi aklından bile geçirmeyen adam, karısına ağzına geleni söyler. Ne budalalıktır. Mutlu olması için karısı ona daha çok lazımdır. Bir kadın, yüz bin müşterinin veremeyeceği mutluluğu verebilir.

DEĞER ÖLÇÜSÜ 2


DEĞER ÖLÇÜSÜ 2


Yazar: Vehbi YILDIZ

Kitap on sekiz adet konu başlığından oluşmuş, ayetler hadisler ve Risaleler’den açıklamalarla istifade edile bilinecek güzel bir kaynak.
ŞÜKÜR VE HAMD
Gerçek şükür nimetten ziyade, o nimeti gönderen sonsuz kudret ve engin rahmet sahibi olan Yüce zatına ve O'na şükür etmekten aciz olduğunu anlamak ve sadece O'na minnettar olmaktır. Nitekim Hz. Davut (as.): ‘Ya Rabbi sana nasıl şükredeyim? Halbuki şükür de Sen’den gelen bir nimettir’ diye dua ettiğinde; Cenabı Hak, ona işte şimdi (gerçek manada) bana şükrettin diye vahyetti.
Şükrün temelinde ve başlangıcında tezekkür ve tefekkür vardır. Zira: Ancak bu hasletlere sahip olanlar gerçek şükür mertebesine ulaşır ve teşekkür etmesini bilirler. Şükürsüzlüğün ve nankörlüğün temelinde cehalet, gaflet ve gurur vardır. Yüce Allah'ın gerek celali ile yani adaleti ile tecellisi olsun gerekse cemaliyle yani rahmetiyle tecellisi olsun; her iki tecelli de bizim için nimettirler. Çünkü: Hem cemalinden korkmak ve cemaline müştak olmak suretiyle, hem de bize ihsan ettiği nimetlerini kesmesinden korkmak ve ikram ettiği lütuflarının devamını istemek sayesinde mukaddes zatını tanımış, sevmiş ve O'na itaat etmekle şükürde bulunmak lüzumunu duymuş ve kavramış oluruz.
Kainat içinde en acib, en garip en zengin en güzel en şirin en kapsamlı en harika ve en parlak hakikat rızıktır. Sonra görüyoruz ki her şey, rızık etrafında toplanıp onu elde etmeye çalıştıkları gibi rızık dahi bütün çeşit ve kısımlarıyla manen ve maddeten, halen ve kavlen şükür ile ayakta duruyor. Şükür ile meydana geliyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor ve şükrü gerektiriyor.
Cenabı Hak kulundan bollukta şükür, darlıkta ise sabır ister. Şayet kul, içinde bulunduğu halin muktezasına göre hareket eder ve o halin hakkını verirse, yani bollukta şımarmadan şükür, darlıkta da ümitsizliğe düşmeden sabrederse içinde bulunduğu halin gereğini yerine getirmiş ve gerekli olan vazifesini ifa etmiş olur Cenabı Hakk’ın kullarından şükür istemesi, haşa buna ihtiyacı olduğundan değildir. Çünkü, O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Fakat kulların şükretmeye ihtiyaçları vardır. Çünkü: Yaptıkları şükrün karşılığı, mükafat ve sevap olarak yine kendilerine dönecek ve yine kendilerine fayda sağlayacaktır. Nitekim rivayette vardır ki Cennete ilk çağrılanlar her halükarda Yüce Allah'a çok hamdeden kimseler olacaktır. Özellikle Muhammed (sav.) ümmeti ki, onlara çok hamdeden ve çok şükreden manasında HAMMADUN denilmiştir.
Lezzetli bir nimeti yiyen bir kimse eğer şükrederse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla onun vücudunda bir nur olur ve ahirette kendisine bir cennet meyvesi haline dönüşür. Verdiği lezzet ile de Yüce Mevla'nın rahmetinin iltifatı ve ikramının eseri olduğunu düşünmekle büyük ve sürekli bir lezzet ve bir zevk alır. Eğer şükretmezse, o geçici olan zeval ile bir elem ve bir teessür bırakır ve meyvenin kendisi de kazurat olur. Ve elmas kıymetindeki o nimet, şükürsüzlükte kömüre dönüşür.
TEVBE VE İSTİĞFAR
Tevbe, insanın maddi-manevi kirlerden yani günahlardan tiksinip, rahatsız olması ve onlardan temizlenme çarelerini araştırması demektir. Yapılan bir tevbenin kabul edilmesi için, işlenen günah ve kul hakkına taalluk etmiyorsa üç şart vardır.
A-Yapılan kötülüğü bırakıp ondan vazgeçmek.
B-İşlediği kötülüğe karşı üzülerek pişman olmak.
C-O kötülüğü bir daha işlememeye azmedip kat'i kararını vermektir.
Hatasını anlamayan veya anlamazlıktan gelen ve bağışlanmayı istemeyen kimsenin hali, sinekten kaçıp yılanın ağzına giren adamın haline benzer. Şeytanın büyük ve aldatıcı vesveselerinden birisi insana kaçıp yılanın ağzına giren adamın haline benzer. Şeytanın büyük ve aldatıcı vesveselerinden birisi insana kusurunu itiraf ettirmektir. Ta, insana istiğfar ve istiaze kapısını kapatsın. Hatasız kul olmayacağına göre; çarelerini araştırmak, nefsi şımartan ve kişiyi günaha sokan hususlardan kaçınmaya çalışmaktır.
Rasulullah (sav.) geçmiş ve gelecek bütün günahları mağfiret olunmuş ve mukaddes ruhu mukaddes cismi ile birlikte pak ve temiz kılınmış olduğu halde günde bazen yetmiş, bazen yüz defa tevbe ederdi. Hasılı, maddi ve manevi her türlü pişmanlıktan kurtulmanın yegane çaresi, fiili ve hali bir pişmanlık ve istiğfardır. Ve insanımız ancak böyle bir tevbe ve istiğfarla, dört gözle beklenilen kurtarıcı nesil derece ve ünvanın günahlarının çokluğundan dolayı ümitsizliğe düşen ve bunun derdini çeken ve bir kurtuluş çaresini arayan birine hep ‘tevbe ve istiğfar et’ diye öğüt verirmiş. O kimsede: ‘Sen bana durmadan tevbe ve istiğfar et diyorsun. Bu tevbe ve istiğfar ne zamana kadar sürecek?’ diye sormuş. Hz. Ali (kav.) şöyle cevap vermiş: ‘İşlediğin günahları tümüyle terk edinceye kadar’. Evet, Yüce Mevla’mızın engin rahmetinden hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemek, perişanlıktan kurtulmanın çareyi yeganesidir.
AHİRET AKİDESİ
Kur'an-ı Kerim de, değişik ayetlerle konuya temas edilmiştir. ‘Gizlilerin (ortaya dökülüp) yoklanacağı gün, onun (insanın) ne bir gücü ne de bir yardımcısı olmaz’. (Tarik 9-10)
‘(O zaman) insanın yapıp öne sürdüğü yapmayıp geri bıraktığı her şey kendisine haber verilecektir’. (Kıyame, 13) ‘Her can ne, (yapıp) öne sürdüğünü ve ne de yapmayıp, geride bıraktığını bilir.’ sırrınca, ahiret alemi gizli-açık, küçük-büyük, seyyie-hasene, riya-ihlas, isyan-itaat, küfür-iman ve her türlü fikir kanaat ve amellerin ortaya dökülüp saçılacağı bir alemdir.’ Evet zikredilen bu ayet-i kerimeler hayatlarını istikamet çizgisinde geçirenlere ne kadar hoş, lezzetli, şaşaalı ve huzurlu bir Cennet’in hazırlandığını göstermektedir.
Yukarıdan beri zikredilen ayetlerden anlaşılıyor ki, beşerin en mühim meselesi cehennem zindanlarından kurtulmak ve cennet saraylarına girmektir. Öyleyse bir insan için en büyük dava imanlı ölmek davasıdır. Zira: ayet ve Hadislerin bahsettikleri korkunç hallerden kurtulmanın ve saadet dolu bir hayata kavuşmanın yegane çaresi, kamil bir imana sahip olarak ruhunu Yüce Rahman’a teslim etmektir.
KAZAYA RIZA VE KADERE TESLİMİYET
Evet bir çekirdek kendisine dercedilen programları ile, sonradan maddi şekliyle ortaya çıkacak olan ve irade ve tekvinle alakalı emirlerin ünvanı olan Kitab-ı Mübin’den açıkça haber verdiği gibi; nazari olarak da ilahi ilmin ve emrin ünvanı olan’ İmam-ı Mübin’den haber veriyor ki, bu da daha sonra, ağacın, hayatı boyunca geçireceği tavırlar, şekiller, hareketler, tesbihatlar ve ibadetlerdir. Yaratıldıktan sonra her şeyin yazıldığına delil ise bütün meyveler ve hafızalardır ki, bir ağacın hayatıyla alakalı geçireceği bütün şekiller ve keyfiyetler onun meyvesinde ve meyvenin kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılmaktadır. Nitekim insanın hafızasında da başından geçmiş olaylar yazılıyor ve kaydediliyor.
Kainatı yaratan Hz. Allah tohumun çatlamasından bahara, yavruların doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar her şeyde ihatalı ilmiyle bir plan, bir ölçü ve bir program tespit etmiş ve bir kader ve bir miktar tayin ve tespit etmiştir. Öyle ki o gündür-bu gündür dünyanın dört bir yanında ilim adamları ve araştırmacılar kainatta konulan nizamı, ahengi ve takdiri, doğru olarak anlamaya ve onu sağlam bir şekilde anlatmaya çalışmış ve hala çalışmaktadır. Hem öyle bir nizam takdir tespit edilmiş ki tefekkür ve ibret nazarıyla, dikkat ve merakla bakıldığında her bir hadise ve eşyaya doğrudan doğruya veya dolayısıyla yüzlerce hikmet ve maslahatı gözler önüne sermekte ve kader ve kaza sahibi olan Yüce Yaratıcı’yı ilan etmektedir. Allah kulunu serbest bırakarak emretmiş ve korkutarak nehyetmiştir. İnsan da bunları dikkate alarak veya almayarak dilediği şekilde hareket eder. Fakat işi başarması imkanlara ve sebeplere bağlıdır. İşte bu imkanlardan faydalanarak iş görmesi kulun fiilidir ve bu itibarla da kul kendi fiilinin faili ve sahibidir. Ama gerek o imkanları gerekse o fiili yaratan Yüce Allah'tır. İşte insan, iradesini ve tercihini hayırlı veya şerli fiilleri yapmasına göre itaatkar veya isyankar muamelesi görür. Çünkü insanın işlediği ihtiyari bir fiilde o fiili talebeden ve kesbeden yani cüz’i iradesini o fiilde sarf eden kendisidir. Dolayısıyla da o insan fail ve kasib ünvanı alır. O fiilin meydana gelmesi pek çok sebebin ve imkanın bulunmasına ve bunların da var olması, Cenab-ı Hakk'ın irade ve kudretiyle olduğuna göre de, fiilin halıkı Hz. Allah'tır.
Allah'ın icraatında ve infazında kesinlikle zulüm yoktur. O'nun mukaddes infazında ve icraatında ya adalet veya rahmet vardır. Nadiren adaletini yani hak edenlere cezasını gösterse bile; ekseriyetle rahmetiyle muamele yapmaktadır. İşte Yüce Mevla’sını böyle bilen bir kimse, elbette ki telaşlanmaz. Kendisi iradesiyle sebep olmadığı hususlarda başına gelen şeylerde rahmet, şefkat ve nimet yönünü araştırır. Böylece rahat eder ve sefalar dolusu bir hat sürdürür. Mesela gözlerimizi aldı; sabredersek ahirette çok sağlam iki göz verecektir. Sıhhatimizi aldı, belki daha hayırlı bir sıhhat verecektir. Mesela evladımızı aldı, belki daha hayırlı bir evlat verecektir. Veya bizi dünyadan iyice soğutup kendisine ve ahiret bağlayacaktır. Ama kaza ve kaderi tenkit edersek, hem arzumuza nail olmayız hem de bu güzelim neticelerden de mahrum kalırız.
Hoştur bana senden gelen;
Ya gonca gül, yahut diken,
Y Hıl'at-ü yahut kefen.
Narın da hoş, nurun da hoş,
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.
İHSAN VE MURAKABE

‘İhsan senin Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk yapmandır. Çünkü: Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. ‘Demek mesele inanmakla bitmiyor. Asıl mesele inanmak ve inandığını güzelce yaşamak ve sağlam bir şekilde yapmaktır ki bu, bir taraftan ihsan ve murakabenin kendisi, diğer taraftan da ihsan ve murakabe şuurunu neticesinde hasıl olan salih ve halis amellerin ifadesidir. Buna göre: İhsan ve murakabe hasletlerinin gerçekleşmesi için en azından büyük günahları terk etmek ve belli başlı farzları yerine getirmek şarttır.
Ancak şunu da bilmek gerekir ki, Güneş kayıtsız nuru ve maddesiz aksi itibariyle insana gözbebeğinden bile daha yakın olduğu halde, insan madde ile bağlı olduğundan Güneş’ten gayet uzaktır ve güneşe yaklaşmak ve ondan tam istifade etmek için çok kayıtlardan soyunup pek çok mertebeleri geçmesi gerekir. Adeta manen yer kadar büyüdükten ve Kamer gibi yükseldikten sonra, ancak doğrudan doğruya Güneş’in asli ve gölgesiz olan mertebesine yanaşabilir ve onunla perdesiz görüşebilir. Aynen bunun gibi celal, cemal, kemal, azamet ve kibriya sahibi olan Yüce Allah da, insana ve herşeye sıfat ve isimlerinin tecellisiyle ve icraatıyla gayet yakındır. Fakat gerek insan ve gerekse sair şuurlu ruhlar O'ndan uzaktırlar; ancak cismaniyeti, hayvaniyeti ve nefsaniyeti bırakıp, kalb ve ruhun hayat derecesine çıkan Enbiya, Asfiya, Evliya ve kutublar gibi mübarek zatlar ve bütün latifelerini Yüce Rıdvan hedefine doğru ve istikamet çizgisinde inkişaf ve tenevvür ettiren nurani simalar, kalplerinin kuvveti, aşk’larının yüceliği, latifelerinin nuraniyeti ve hislerinin hüşyarlığıyla Yüce Allah'ın yüksek huzuruna çıkar, en azından kalb gözleriyle Cemalullah'la müşerref olur. O huzurun neşredip ihsan ettiği feyiz, lütuf ve hidayet hediyelerini alır ve ondan tam istifade ederler. Evet, ihsanın semeresi, ‘ihlas’ olup, bütün söz ve davranışlarda Allah için olmaktır. Gerçek manada sadece Allah'tan korkmak ve Allah'ı sevmektir. Allah'tan istemek ve Allah'a sığınmaktır.
İhsan ve murakabe şuuruna yükselmenin çaresi:
1-Her şeyden önce cehalet, gaflet, gurur, fesat, fısk ve fücur bataklığından kurtulmak, marifet, tefekkür, basiret ve itaat sahiline çıkmaktır.
2-İmanın gereklerini dereceye yükseltmek.
3-İhsan ve murakabe şuuruna sahip olan fertlerin teşkil ettiği bir cemaat içerisinde hayat sürdürmek ve bütün hayatı onlarla paylaşmaktır.
4.İmanın esaslarını ilmin projektörleri altında anlatan eserleri dikkatle ve merakla okumak.
TEVEKKÜL VE İLTİCA
Tevekkül, kazaya rızaya ve kadere teslimiyeti ihtiva eder. Yani başa gelen hadiselere karşı hem kabullenme, hem de dayanma, dişini sıkma ve tatlanma vardır.
Bir nefer askerlik haysiyetiyle başındaki büyük kumandanına intisab ve istinad ettiğinden, sanki arkasında yardımcı olarak bir ordu ve bir ihtiyat kuvveti varmış gibi kendi şahsi kuvvetçiğinden binlerce defa daha ziyade manevi bir kuvvete ve desteğe sahip olur. Bir manevi kuvveti ve çok büyük bir kuvvetin kaynağını bulmuşçasına sağlam bir morali ve kalıcı bir iktidarı kazanmış olur. İşte o nefer bu intisab ve bağlılıkla tek başına bir düşman paşasını esir, bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve yaptığı bu icraatı da gayet harika olur.
Sevgiliden gelen her şey sevimlidir, hoştur ve güzeldir. Hem şunu bilmek gerektir ki, O Yüce Mevla'nın huzurunda hiç yoktan telaşa kapılmak ve ümitsiz olmak o huzurun edebine aykırıdır.
Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Allah Rasülünün (sav.) gösterdiği gerçek tevekkül: Bir sefer dönüşünde Rasulullah (sav.) bir ağacın gölgesinde istirahat ederken Gavres adında cesur bir düşman askeri gizlice yanına kadar sokularak ve kılıcını sıyırarak ‘Şimdi seni elimden kim kurtarabilir?’ diye bağırınca; Rasul-i Ekrem (sav.) gayet soğuk kanlılıkla ‘Allah...Allah...Allah...’ diye üç defa haykırmış, sonrada ‘Allahım dilediğin şeyle buna karşı bana kafi gel.’ diye dua etmiş ve adeta sahip olduğu tam tevekkülü ile kurtulacağını ifade etmiştir. Ve gerçekten de öyle olmuştur. Çünkü: Böylesine bir tevekkül ve iltica neticesinde o cesur askerin elindeki kılıç düşer, ayağının bağı çözülür ve oracıkta yıkılıp diz üstü çöker ve hakkında verilecek olan bağışlanma ve serbest bırakılma kararını ve hükmünü boynu bükük bir vaziyette beklemeye başlar.
İRADE VE İSTİKAMET
İnsan, iradesiyle ya imanı, tevhidi, hidayeti, istikameti, hatrı, ıslahı, ihsanı, takvayı, tevazuu, marifeti, izzeti ve ahireti tercih edecek; bu durumda Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremiyle ahirette güzelliklere ve Allah’ın rıza ve likasına kavuşacak veya inkarı şirki, dalaleti, inhirafı, şerri, ifsadı, günahı, kibir ve gururu, dünya ve fani lezzetleri, zillet ve meskenet yolunu seçecek ve neticede ebedi şekavet ve sonsuz hüsrana mahkum edilecektir.
Nimetlerin en büyüğü bizi Cenab-ı Hakk’a ulaştıracak olan yolun gösterilmesi ve ona hidayet edilişimizdir. Gerçi Allah’a götüren pek çok yol vardır. Fakat bu yolların içinde en kısa en geniş ve en selametli olanı Kur’an’ın, peygamberlerin, sıddıkların ve salihlerin yolu olan Sırat-ı Müstakim’dir ki, her gün namazda kırk defa ‘Ey Rabbimiz! Bizi, dosdoğru olan yola hidayet eyle’ dua ve niyazında bulunuyoruz.
İrade insanı ve istikamet kahramanı olan kimse sık sık oruç tutar. Zira: İrade hakimiyetinin iki basamağı mide hakimiyeti ve uyku hakimiyetidir. Evet, yeterince yiyen ve yeterince uyuyan ve bununla yetinen yani yemesine ve uykusuna sınır koyabilen kimse diğer hususlara karşı da iradesine rahatlıkla hakim olur ve ömrünün sonuna kadar müstakim bir hayat sürdürür.
ÇALIŞMAK VE GAYRET GÖSTERMEK
Beyhaki hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir
Çalış, çalış ki beka, sa’y olursa hak edilir.
Hadisde: ‘Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir ağaç diksin, yahut ekin eksin ve mahsulünden herhangi bir kuş, insan veya hayvan yesin de (o ektiği ya da diktiğinden) kendisi için bir sadaka (ecri) olmasın’.
Bu hadisden de anlaşılıyor ki: ‘Çalışma boşa gitmez. Yeter ki insan, çalışmasının semeresini peşin görmeye kalkmasın. Müslümanın çalışması ibadetdir ve insan başkalarını çalışmasıyla hakkı olarak mükafatlanmaz. İnsan, hakkı olarak ancak çalıştığıyla karşılık görür ve ancak çalışmasının karşılığını hak olarak iddia edebilir.
Çalışmayıp boş oturmakda zahmet ve sıkıntı vardır. İşsizler sürekli ömürlerinden şikayet etmekte, vaktin geçmesi için eğlence yollarına baş vurmakta ve bununla vaktin çabuk geçmesini istemektedirler. Çalışana gelince; o, hayatından memnundur. Yapması gereken lüzumlu işlerin farkındadır. Onun için de ömrünün geçmesini istemez. İşte, birbirine zıt olan bu iki hali büyüklerimiz veciz bir şekilde ne güzel ifade etmişlerdir: ‘Rahat zahmetde, zahmet rahattadır’.
İLİM VE HİKMET
Evet, ilim tefekkür ve hikmet mesleği daha üstündür. Çünkü gerçek ilim ve hikmet insanı kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebelerini kazandırıyor. Bir kişinin imanını kurtarmak ise o mü’mini velayet mertebesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü: İman sahibine ebedi saadeti tekeffül edip, kazandırdığı için ahirette yeryüzü genişliğinde
baki bir saltanat tekeffül etmiş oluyor.
ZİKİR VE TESBİH

Bir Hadis-i Kudsi’de Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Ben, kulumun bana olan zannına göreyim ve beni andığı zaman da ben onun beraberindeyim. Beni tek başına anarsa, ben de onu tek başıma anarım. Şayet beni bir toplulukta anarsa, ben de onu daha hayırlı bir toplulukta (melekler ve mukaddes ruhlar arasında) anarım. Bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Ve bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim’.
Bir kimse nasıl yaşarsa, öyle ölür. Nasıl ölürse öyle haşrolunur ve ahirette ona göre bir muamele görür. ahirette bizim için en mühim husus, Yüce Allah’ın bizi rahmetiyle anması ve bize mağfiretiyle muamele etmesidir. Bunu yüzde doksan garanti etmenin çaresi ise hayat boyunca dili Zikrullah ile sürekli ıslak, taze tutmak ve bedeni Yüce Allah’ı hatırlatacak amel ve hizmetlerde kullanmaktır. Gerek dili, gerekse bedeniyle sürekli Zikrullah merkezi etrafında hayat sürdürenlerin akibeti elbette ki aynı minval ve hal üzere şu fani dünyadan baki aleme göç etmek olacaktır.
HUŞU VE TEVAZU
Dünyada huşu ve ahirette huşu olmak üzere iki türlü huşu vardır. Dünyadaki huşu, iman kuvvetine, marifet şuuruna ve irade sağlamlığına bağlı olup, dünyada sevimliliği ve saygınlığı ve ahirette de mükafatı pek fazladır. Ahiretdeki huşu ise zoraki ve mecburi olup, sıkıntıdan, telaşdan ve heyecandan ibaret olan huşudur.
Namazda huşu: Namaz kılmak aslında bütün hayatın huşu şeklinde özetlenmesi demektir. Ayrıca namazın özeti ve yüce dergahdaki geçerliliği de o namazın huşu içerisinde eda edilmesidir. Namazını huşu içerisinde kılmayan kimse, namaz kılarken bile Allah’dan uzaklaşan ve zamanla aslını ve yaradılış gayesini unutmaya maruz kalması ve Yüce Allah’a karşı tazimden tamamen mahrum kalması muhtemel olan kimsedir.
Kibir, insanın maddi-manevi refah ve saadeti için ne kadar zararlı ve menfur bir haslet ise, kibrin tam zıddı olan tevazu da o nisbette faydalı ve o derecede sevimli bir hasletdir. Kibir ve tevezunun neticeleri itibarıyla mahiyetleri şundan anlaşılır ki: İblis, Allah’ın emrine karşı kibirlendiği için, Yüce Rahmet’le irtibatı kesildi ve Yüce Dergah’dan ebediyyen kovuldu. Adem (as.) ise haddini bildiği, itaatdeki sırrı anlaması ve suçunu itiraf edip, tevazu yolunu seçtiği için afvedildi ve Cenab-ı Hakk’ın en sevgili kulları arasına girdi.
BASİRET VE FİRASET
İmansız bir basiretin ve firasetin ciddiliği ve devamlılığı düşünülemeyeceği gibi, tamamen basiretsiz ve tamamen firasetsiz bir iman da düşünülemez. Zira: Kapkaranlık bir ortamda maddi göz, bir şeyi bütün incelikleriyle göremediği gibi, küfür ve sapıklık karanlığında bulunan bir kalb gözü de bir işe yaramaz ve hiçbir hakikati de göremez. Kalb gözü açık olan kişi, iman ve İslamiyet’e girer ve hemen etrafını iman nuruyla aydınlatıp çevresini görmeye başlar. Evet, her mü’min, iman ve iz’anının mertebesine göre basiret ve firaset ehlidir.
Nitekim sahabeden birisinin gözüne bir kadın ilişmişti. Az sonra Hz. Osman’ın yanına geldiğinde. Hz. Osman ona: ‘Sizden birisi yanıma zina eseri gözlerinde belirgin olduğu halde giriyor’ dedi. Kendisine ‘Rasulullah (sav.)’dan sonra (sana) vahiy mi geldi?’ diye sorulduğunda da: ‘Hayır! Vahiy gelmedi. Fakat bu basiret, burhan ve doğru bir firasetdir’ diye cevap verdi.
HAVF VE RECA
Hz. Aişe bize şunu naklediyor: ‘Rasulullah (sav.)’a dedim ki: ‘Verdiklerini Rab’lerinin huzuruna dönecekleri diye kalbleri korkuyla ürpererek verirler’ mealindeki ayetden murat, hırsızlık yapan, zina eden ve içki içen midir?’ Rasulullah (sav.) şöyle buyurdu: ‘Hayır! O değildir. Fakat o kişidir ki, oruç tutar, namaz kılar, sadaka verir. Fakat yaptığı ibadetlerin kabul olmamasından korkar. Diğer taraftan da ‘Kim iman ve insitabla oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır’ buyurmakta ve bununla reca ile kurtuluş kapısını göstermekte ve bizi devamlı ümitli yaşamaya teşvik etmektedir. Hasılı, ibadet ve takvayı ihmal ettirecek şekilde recaya ve ümitsizliğe sevkedecek şekilde de korkuya kalbinde yer vermek gerçek ehl-i imanın şiarı olamaz ve böyle bir tutum, ona asla yakışmaz.
EDEB VE HAYA
Bir Hadis-i Kudsi’de şöyle buyuruluyor: ‘Ey İsa! Önce kendi nefsine öğüt ver; eğer nefsin yola gelirse, o takdirde insanlara öğüt ver. Değilse, benden utan’. Evet, haya her yerde geçerli ve lüzumludur. Hayasız insan daima başkalarının ıslahı ve terbiyesiyle uğraştığı halde, kendini ihmal eder.
İbnü’l-Mübarek şöyle diyor:
Ademoğluyla hayvan arasındaki fark edebdir.
Gözünü aç da bak cümle Kelamullaha,
Kur’an’ın bütün ayetlerinin manası edebden ibarettir.
HİLM VE RIFK
Hilm ile rıfk birbirini tamamlayan ve birbirini güzelleştiren iki kelimedir. Hilm’in yani akıllı ve sabırlı olmanın sonu rıfk ve mülayemetle biterse, o hilm güzeldir. Aynı zamanda rıfk ve mülayemet bir za’fdan ve acizlikden olmayıp, hilmin ve sabrın bir maslahatı ve bir faydayı ummanın eseri olursa, o rıfk güzel ve sevimlidir.
Bir hadis-i Şerif’de: ‘Hiçbir şeyin, hiçbir şeyle beraber olması ve beraber mütalaa edilmeleri, hilmin ilimle beraber olması kadar zinetli ve güzel, sevimli ve hoş değildir ve olamaz da’ buyurulmaktadır. Talim ve terbiye işiyle uğraşan ve hayatlarını bu kudsi hizmete vakfedenler hilme ve rifkate son derece önem vermek zorundadırlar. Onların gerek davranışları, gerekse sözleri hep rifkat ve mülayemet kokmalı ve muhatablarına, hep kavl-i leyyinle hitap etmeli ve hıl-u safh ile muamelede bulunmalıdırlar. Aksi takdirde sözleri yabana, gayretleri de boşa gider ve senelerce uğraşsalar da çevrelerinde bir sempati toplayamazlar. Neticede şu fani dünyadan fani eserleriyle birlikte fani olurlar ve kısa bir zamanda unutulur giderler.
İZZET VE HAYSİYYET
Zikrullah ve infak izzetin kalbi ve ruhu hükmünde iseler; ilim, şuur ve basiretde izzetin aklı mesabesindedir. Hasılı, izzet ilimle kaimdir. İlimsiz izzet, zamanla zedelenir ve zillete dönüşebilir.
Her türlü şeref ve izzet Allah’a, Rasulü’ne ve kamil mü’minlere layık olduğu gibi, her türlü zillet, hakaret, rezalet, sefahet de ehl-i küfre ve ehl-i nifaka aittir. Ve onlar buna gayet layık ve tam müstehakdırlar. Zaten zillet ve iman hiçbir zaman bir mü’mini kalbinde bir arada bulunamaz ve bir mü’mine kendini Allah’dan başka ve O’nun izni ve rızası dışında herhangi bir şey için zillete düşürmesi asla yakışmaz ve caiz de değildir.
GÜZEL AHLAK (İSLAM AHLAKI)
İslam dini hiç şüphesiz, güzel ahlakdan ibaret olan bir dindir. İslam dininin va’zettiği, te’sis ettiği ve emir buyurduğu güzel ahlakdan maksat, insanların ahiretde iğneden ipliğe kadar herşeyden sorguya çekilecekleri bir günde mahçub olmamaları, pişmanlık duymamaları ve yüksek dereceler kazanmalarıdır.
İslam’a göre güzel ahlakın esas kaynağı dindir, vahiydir. Yani hidayet kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve fazilet güneşi olan Rasul-ü Ekrem’dir. Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye göre güzel ahlakın yegane kaynağı Cenab-ı Hakk’ın yüce zatı, O’nun azamet ve kibriyası ile O’na karşı kalblerde ve vicdanlarda duyulan Ma’rifetullah ve Muhabbetullahdır. İşte bundan dolayıdır ki, bir mü’min Yüce Yaratıcı’yı tanıması ve O’nu sevmesi derecesinde Kur’an’ın düsturlarını ve Sünnet’in prensiplerini tatbik eder ve zamanla güzel ahlaklı kamil bir insan olur.
Güzel ahlakın önemini ve faziletini şundan anlamalı ki, Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed’in şerafet ve kerametini, fazilet ve keremini medh-ü sena ederken: ‘Şüphesiz ki sen, en büyük ahlak üzeresin’ buyurmakta ve bununla hem O’nu (sav.) övmekte, hem O’nu (sav.) tanıtmakta, hem de bizim O’nun (sav.) Sünnet-i Seniyye’sine ittiba etmek suretiyle O’nun (sav.) güzel ve mükemmel ahlakıyla ahlaklanmamızı emir buyurmakta ve bu hususta bizleri irşad etmektedir. Evet Rasul-ü Ekrem’in bütün hayatı, siretleri, davranışları, icraat ve eserleri O’nun pek büyük, pek güzel ve pek şerefli bir ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile O’nun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisine ‘Muhammedü’l-Emin’ lakabını veriyorlar.