5 Mart 2008 Çarşamba

DEĞER ÖLÇÜSÜ 2


DEĞER ÖLÇÜSÜ 2


Yazar: Vehbi YILDIZ

Kitap on sekiz adet konu başlığından oluşmuş, ayetler hadisler ve Risaleler’den açıklamalarla istifade edile bilinecek güzel bir kaynak.
ŞÜKÜR VE HAMD
Gerçek şükür nimetten ziyade, o nimeti gönderen sonsuz kudret ve engin rahmet sahibi olan Yüce zatına ve O'na şükür etmekten aciz olduğunu anlamak ve sadece O'na minnettar olmaktır. Nitekim Hz. Davut (as.): ‘Ya Rabbi sana nasıl şükredeyim? Halbuki şükür de Sen’den gelen bir nimettir’ diye dua ettiğinde; Cenabı Hak, ona işte şimdi (gerçek manada) bana şükrettin diye vahyetti.
Şükrün temelinde ve başlangıcında tezekkür ve tefekkür vardır. Zira: Ancak bu hasletlere sahip olanlar gerçek şükür mertebesine ulaşır ve teşekkür etmesini bilirler. Şükürsüzlüğün ve nankörlüğün temelinde cehalet, gaflet ve gurur vardır. Yüce Allah'ın gerek celali ile yani adaleti ile tecellisi olsun gerekse cemaliyle yani rahmetiyle tecellisi olsun; her iki tecelli de bizim için nimettirler. Çünkü: Hem cemalinden korkmak ve cemaline müştak olmak suretiyle, hem de bize ihsan ettiği nimetlerini kesmesinden korkmak ve ikram ettiği lütuflarının devamını istemek sayesinde mukaddes zatını tanımış, sevmiş ve O'na itaat etmekle şükürde bulunmak lüzumunu duymuş ve kavramış oluruz.
Kainat içinde en acib, en garip en zengin en güzel en şirin en kapsamlı en harika ve en parlak hakikat rızıktır. Sonra görüyoruz ki her şey, rızık etrafında toplanıp onu elde etmeye çalıştıkları gibi rızık dahi bütün çeşit ve kısımlarıyla manen ve maddeten, halen ve kavlen şükür ile ayakta duruyor. Şükür ile meydana geliyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor ve şükrü gerektiriyor.
Cenabı Hak kulundan bollukta şükür, darlıkta ise sabır ister. Şayet kul, içinde bulunduğu halin muktezasına göre hareket eder ve o halin hakkını verirse, yani bollukta şımarmadan şükür, darlıkta da ümitsizliğe düşmeden sabrederse içinde bulunduğu halin gereğini yerine getirmiş ve gerekli olan vazifesini ifa etmiş olur Cenabı Hakk’ın kullarından şükür istemesi, haşa buna ihtiyacı olduğundan değildir. Çünkü, O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Fakat kulların şükretmeye ihtiyaçları vardır. Çünkü: Yaptıkları şükrün karşılığı, mükafat ve sevap olarak yine kendilerine dönecek ve yine kendilerine fayda sağlayacaktır. Nitekim rivayette vardır ki Cennete ilk çağrılanlar her halükarda Yüce Allah'a çok hamdeden kimseler olacaktır. Özellikle Muhammed (sav.) ümmeti ki, onlara çok hamdeden ve çok şükreden manasında HAMMADUN denilmiştir.
Lezzetli bir nimeti yiyen bir kimse eğer şükrederse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla onun vücudunda bir nur olur ve ahirette kendisine bir cennet meyvesi haline dönüşür. Verdiği lezzet ile de Yüce Mevla'nın rahmetinin iltifatı ve ikramının eseri olduğunu düşünmekle büyük ve sürekli bir lezzet ve bir zevk alır. Eğer şükretmezse, o geçici olan zeval ile bir elem ve bir teessür bırakır ve meyvenin kendisi de kazurat olur. Ve elmas kıymetindeki o nimet, şükürsüzlükte kömüre dönüşür.
TEVBE VE İSTİĞFAR
Tevbe, insanın maddi-manevi kirlerden yani günahlardan tiksinip, rahatsız olması ve onlardan temizlenme çarelerini araştırması demektir. Yapılan bir tevbenin kabul edilmesi için, işlenen günah ve kul hakkına taalluk etmiyorsa üç şart vardır.
A-Yapılan kötülüğü bırakıp ondan vazgeçmek.
B-İşlediği kötülüğe karşı üzülerek pişman olmak.
C-O kötülüğü bir daha işlememeye azmedip kat'i kararını vermektir.
Hatasını anlamayan veya anlamazlıktan gelen ve bağışlanmayı istemeyen kimsenin hali, sinekten kaçıp yılanın ağzına giren adamın haline benzer. Şeytanın büyük ve aldatıcı vesveselerinden birisi insana kaçıp yılanın ağzına giren adamın haline benzer. Şeytanın büyük ve aldatıcı vesveselerinden birisi insana kusurunu itiraf ettirmektir. Ta, insana istiğfar ve istiaze kapısını kapatsın. Hatasız kul olmayacağına göre; çarelerini araştırmak, nefsi şımartan ve kişiyi günaha sokan hususlardan kaçınmaya çalışmaktır.
Rasulullah (sav.) geçmiş ve gelecek bütün günahları mağfiret olunmuş ve mukaddes ruhu mukaddes cismi ile birlikte pak ve temiz kılınmış olduğu halde günde bazen yetmiş, bazen yüz defa tevbe ederdi. Hasılı, maddi ve manevi her türlü pişmanlıktan kurtulmanın yegane çaresi, fiili ve hali bir pişmanlık ve istiğfardır. Ve insanımız ancak böyle bir tevbe ve istiğfarla, dört gözle beklenilen kurtarıcı nesil derece ve ünvanın günahlarının çokluğundan dolayı ümitsizliğe düşen ve bunun derdini çeken ve bir kurtuluş çaresini arayan birine hep ‘tevbe ve istiğfar et’ diye öğüt verirmiş. O kimsede: ‘Sen bana durmadan tevbe ve istiğfar et diyorsun. Bu tevbe ve istiğfar ne zamana kadar sürecek?’ diye sormuş. Hz. Ali (kav.) şöyle cevap vermiş: ‘İşlediğin günahları tümüyle terk edinceye kadar’. Evet, Yüce Mevla’mızın engin rahmetinden hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemek, perişanlıktan kurtulmanın çareyi yeganesidir.
AHİRET AKİDESİ
Kur'an-ı Kerim de, değişik ayetlerle konuya temas edilmiştir. ‘Gizlilerin (ortaya dökülüp) yoklanacağı gün, onun (insanın) ne bir gücü ne de bir yardımcısı olmaz’. (Tarik 9-10)
‘(O zaman) insanın yapıp öne sürdüğü yapmayıp geri bıraktığı her şey kendisine haber verilecektir’. (Kıyame, 13) ‘Her can ne, (yapıp) öne sürdüğünü ve ne de yapmayıp, geride bıraktığını bilir.’ sırrınca, ahiret alemi gizli-açık, küçük-büyük, seyyie-hasene, riya-ihlas, isyan-itaat, küfür-iman ve her türlü fikir kanaat ve amellerin ortaya dökülüp saçılacağı bir alemdir.’ Evet zikredilen bu ayet-i kerimeler hayatlarını istikamet çizgisinde geçirenlere ne kadar hoş, lezzetli, şaşaalı ve huzurlu bir Cennet’in hazırlandığını göstermektedir.
Yukarıdan beri zikredilen ayetlerden anlaşılıyor ki, beşerin en mühim meselesi cehennem zindanlarından kurtulmak ve cennet saraylarına girmektir. Öyleyse bir insan için en büyük dava imanlı ölmek davasıdır. Zira: ayet ve Hadislerin bahsettikleri korkunç hallerden kurtulmanın ve saadet dolu bir hayata kavuşmanın yegane çaresi, kamil bir imana sahip olarak ruhunu Yüce Rahman’a teslim etmektir.
KAZAYA RIZA VE KADERE TESLİMİYET
Evet bir çekirdek kendisine dercedilen programları ile, sonradan maddi şekliyle ortaya çıkacak olan ve irade ve tekvinle alakalı emirlerin ünvanı olan Kitab-ı Mübin’den açıkça haber verdiği gibi; nazari olarak da ilahi ilmin ve emrin ünvanı olan’ İmam-ı Mübin’den haber veriyor ki, bu da daha sonra, ağacın, hayatı boyunca geçireceği tavırlar, şekiller, hareketler, tesbihatlar ve ibadetlerdir. Yaratıldıktan sonra her şeyin yazıldığına delil ise bütün meyveler ve hafızalardır ki, bir ağacın hayatıyla alakalı geçireceği bütün şekiller ve keyfiyetler onun meyvesinde ve meyvenin kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılmaktadır. Nitekim insanın hafızasında da başından geçmiş olaylar yazılıyor ve kaydediliyor.
Kainatı yaratan Hz. Allah tohumun çatlamasından bahara, yavruların doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar her şeyde ihatalı ilmiyle bir plan, bir ölçü ve bir program tespit etmiş ve bir kader ve bir miktar tayin ve tespit etmiştir. Öyle ki o gündür-bu gündür dünyanın dört bir yanında ilim adamları ve araştırmacılar kainatta konulan nizamı, ahengi ve takdiri, doğru olarak anlamaya ve onu sağlam bir şekilde anlatmaya çalışmış ve hala çalışmaktadır. Hem öyle bir nizam takdir tespit edilmiş ki tefekkür ve ibret nazarıyla, dikkat ve merakla bakıldığında her bir hadise ve eşyaya doğrudan doğruya veya dolayısıyla yüzlerce hikmet ve maslahatı gözler önüne sermekte ve kader ve kaza sahibi olan Yüce Yaratıcı’yı ilan etmektedir. Allah kulunu serbest bırakarak emretmiş ve korkutarak nehyetmiştir. İnsan da bunları dikkate alarak veya almayarak dilediği şekilde hareket eder. Fakat işi başarması imkanlara ve sebeplere bağlıdır. İşte bu imkanlardan faydalanarak iş görmesi kulun fiilidir ve bu itibarla da kul kendi fiilinin faili ve sahibidir. Ama gerek o imkanları gerekse o fiili yaratan Yüce Allah'tır. İşte insan, iradesini ve tercihini hayırlı veya şerli fiilleri yapmasına göre itaatkar veya isyankar muamelesi görür. Çünkü insanın işlediği ihtiyari bir fiilde o fiili talebeden ve kesbeden yani cüz’i iradesini o fiilde sarf eden kendisidir. Dolayısıyla da o insan fail ve kasib ünvanı alır. O fiilin meydana gelmesi pek çok sebebin ve imkanın bulunmasına ve bunların da var olması, Cenab-ı Hakk'ın irade ve kudretiyle olduğuna göre de, fiilin halıkı Hz. Allah'tır.
Allah'ın icraatında ve infazında kesinlikle zulüm yoktur. O'nun mukaddes infazında ve icraatında ya adalet veya rahmet vardır. Nadiren adaletini yani hak edenlere cezasını gösterse bile; ekseriyetle rahmetiyle muamele yapmaktadır. İşte Yüce Mevla’sını böyle bilen bir kimse, elbette ki telaşlanmaz. Kendisi iradesiyle sebep olmadığı hususlarda başına gelen şeylerde rahmet, şefkat ve nimet yönünü araştırır. Böylece rahat eder ve sefalar dolusu bir hat sürdürür. Mesela gözlerimizi aldı; sabredersek ahirette çok sağlam iki göz verecektir. Sıhhatimizi aldı, belki daha hayırlı bir sıhhat verecektir. Mesela evladımızı aldı, belki daha hayırlı bir evlat verecektir. Veya bizi dünyadan iyice soğutup kendisine ve ahiret bağlayacaktır. Ama kaza ve kaderi tenkit edersek, hem arzumuza nail olmayız hem de bu güzelim neticelerden de mahrum kalırız.
Hoştur bana senden gelen;
Ya gonca gül, yahut diken,
Y Hıl'at-ü yahut kefen.
Narın da hoş, nurun da hoş,
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.
İHSAN VE MURAKABE

‘İhsan senin Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk yapmandır. Çünkü: Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. ‘Demek mesele inanmakla bitmiyor. Asıl mesele inanmak ve inandığını güzelce yaşamak ve sağlam bir şekilde yapmaktır ki bu, bir taraftan ihsan ve murakabenin kendisi, diğer taraftan da ihsan ve murakabe şuurunu neticesinde hasıl olan salih ve halis amellerin ifadesidir. Buna göre: İhsan ve murakabe hasletlerinin gerçekleşmesi için en azından büyük günahları terk etmek ve belli başlı farzları yerine getirmek şarttır.
Ancak şunu da bilmek gerekir ki, Güneş kayıtsız nuru ve maddesiz aksi itibariyle insana gözbebeğinden bile daha yakın olduğu halde, insan madde ile bağlı olduğundan Güneş’ten gayet uzaktır ve güneşe yaklaşmak ve ondan tam istifade etmek için çok kayıtlardan soyunup pek çok mertebeleri geçmesi gerekir. Adeta manen yer kadar büyüdükten ve Kamer gibi yükseldikten sonra, ancak doğrudan doğruya Güneş’in asli ve gölgesiz olan mertebesine yanaşabilir ve onunla perdesiz görüşebilir. Aynen bunun gibi celal, cemal, kemal, azamet ve kibriya sahibi olan Yüce Allah da, insana ve herşeye sıfat ve isimlerinin tecellisiyle ve icraatıyla gayet yakındır. Fakat gerek insan ve gerekse sair şuurlu ruhlar O'ndan uzaktırlar; ancak cismaniyeti, hayvaniyeti ve nefsaniyeti bırakıp, kalb ve ruhun hayat derecesine çıkan Enbiya, Asfiya, Evliya ve kutublar gibi mübarek zatlar ve bütün latifelerini Yüce Rıdvan hedefine doğru ve istikamet çizgisinde inkişaf ve tenevvür ettiren nurani simalar, kalplerinin kuvveti, aşk’larının yüceliği, latifelerinin nuraniyeti ve hislerinin hüşyarlığıyla Yüce Allah'ın yüksek huzuruna çıkar, en azından kalb gözleriyle Cemalullah'la müşerref olur. O huzurun neşredip ihsan ettiği feyiz, lütuf ve hidayet hediyelerini alır ve ondan tam istifade ederler. Evet, ihsanın semeresi, ‘ihlas’ olup, bütün söz ve davranışlarda Allah için olmaktır. Gerçek manada sadece Allah'tan korkmak ve Allah'ı sevmektir. Allah'tan istemek ve Allah'a sığınmaktır.
İhsan ve murakabe şuuruna yükselmenin çaresi:
1-Her şeyden önce cehalet, gaflet, gurur, fesat, fısk ve fücur bataklığından kurtulmak, marifet, tefekkür, basiret ve itaat sahiline çıkmaktır.
2-İmanın gereklerini dereceye yükseltmek.
3-İhsan ve murakabe şuuruna sahip olan fertlerin teşkil ettiği bir cemaat içerisinde hayat sürdürmek ve bütün hayatı onlarla paylaşmaktır.
4.İmanın esaslarını ilmin projektörleri altında anlatan eserleri dikkatle ve merakla okumak.
TEVEKKÜL VE İLTİCA
Tevekkül, kazaya rızaya ve kadere teslimiyeti ihtiva eder. Yani başa gelen hadiselere karşı hem kabullenme, hem de dayanma, dişini sıkma ve tatlanma vardır.
Bir nefer askerlik haysiyetiyle başındaki büyük kumandanına intisab ve istinad ettiğinden, sanki arkasında yardımcı olarak bir ordu ve bir ihtiyat kuvveti varmış gibi kendi şahsi kuvvetçiğinden binlerce defa daha ziyade manevi bir kuvvete ve desteğe sahip olur. Bir manevi kuvveti ve çok büyük bir kuvvetin kaynağını bulmuşçasına sağlam bir morali ve kalıcı bir iktidarı kazanmış olur. İşte o nefer bu intisab ve bağlılıkla tek başına bir düşman paşasını esir, bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve yaptığı bu icraatı da gayet harika olur.
Sevgiliden gelen her şey sevimlidir, hoştur ve güzeldir. Hem şunu bilmek gerektir ki, O Yüce Mevla'nın huzurunda hiç yoktan telaşa kapılmak ve ümitsiz olmak o huzurun edebine aykırıdır.
Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Allah Rasülünün (sav.) gösterdiği gerçek tevekkül: Bir sefer dönüşünde Rasulullah (sav.) bir ağacın gölgesinde istirahat ederken Gavres adında cesur bir düşman askeri gizlice yanına kadar sokularak ve kılıcını sıyırarak ‘Şimdi seni elimden kim kurtarabilir?’ diye bağırınca; Rasul-i Ekrem (sav.) gayet soğuk kanlılıkla ‘Allah...Allah...Allah...’ diye üç defa haykırmış, sonrada ‘Allahım dilediğin şeyle buna karşı bana kafi gel.’ diye dua etmiş ve adeta sahip olduğu tam tevekkülü ile kurtulacağını ifade etmiştir. Ve gerçekten de öyle olmuştur. Çünkü: Böylesine bir tevekkül ve iltica neticesinde o cesur askerin elindeki kılıç düşer, ayağının bağı çözülür ve oracıkta yıkılıp diz üstü çöker ve hakkında verilecek olan bağışlanma ve serbest bırakılma kararını ve hükmünü boynu bükük bir vaziyette beklemeye başlar.
İRADE VE İSTİKAMET
İnsan, iradesiyle ya imanı, tevhidi, hidayeti, istikameti, hatrı, ıslahı, ihsanı, takvayı, tevazuu, marifeti, izzeti ve ahireti tercih edecek; bu durumda Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremiyle ahirette güzelliklere ve Allah’ın rıza ve likasına kavuşacak veya inkarı şirki, dalaleti, inhirafı, şerri, ifsadı, günahı, kibir ve gururu, dünya ve fani lezzetleri, zillet ve meskenet yolunu seçecek ve neticede ebedi şekavet ve sonsuz hüsrana mahkum edilecektir.
Nimetlerin en büyüğü bizi Cenab-ı Hakk’a ulaştıracak olan yolun gösterilmesi ve ona hidayet edilişimizdir. Gerçi Allah’a götüren pek çok yol vardır. Fakat bu yolların içinde en kısa en geniş ve en selametli olanı Kur’an’ın, peygamberlerin, sıddıkların ve salihlerin yolu olan Sırat-ı Müstakim’dir ki, her gün namazda kırk defa ‘Ey Rabbimiz! Bizi, dosdoğru olan yola hidayet eyle’ dua ve niyazında bulunuyoruz.
İrade insanı ve istikamet kahramanı olan kimse sık sık oruç tutar. Zira: İrade hakimiyetinin iki basamağı mide hakimiyeti ve uyku hakimiyetidir. Evet, yeterince yiyen ve yeterince uyuyan ve bununla yetinen yani yemesine ve uykusuna sınır koyabilen kimse diğer hususlara karşı da iradesine rahatlıkla hakim olur ve ömrünün sonuna kadar müstakim bir hayat sürdürür.
ÇALIŞMAK VE GAYRET GÖSTERMEK
Beyhaki hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir
Çalış, çalış ki beka, sa’y olursa hak edilir.
Hadisde: ‘Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir ağaç diksin, yahut ekin eksin ve mahsulünden herhangi bir kuş, insan veya hayvan yesin de (o ektiği ya da diktiğinden) kendisi için bir sadaka (ecri) olmasın’.
Bu hadisden de anlaşılıyor ki: ‘Çalışma boşa gitmez. Yeter ki insan, çalışmasının semeresini peşin görmeye kalkmasın. Müslümanın çalışması ibadetdir ve insan başkalarını çalışmasıyla hakkı olarak mükafatlanmaz. İnsan, hakkı olarak ancak çalıştığıyla karşılık görür ve ancak çalışmasının karşılığını hak olarak iddia edebilir.
Çalışmayıp boş oturmakda zahmet ve sıkıntı vardır. İşsizler sürekli ömürlerinden şikayet etmekte, vaktin geçmesi için eğlence yollarına baş vurmakta ve bununla vaktin çabuk geçmesini istemektedirler. Çalışana gelince; o, hayatından memnundur. Yapması gereken lüzumlu işlerin farkındadır. Onun için de ömrünün geçmesini istemez. İşte, birbirine zıt olan bu iki hali büyüklerimiz veciz bir şekilde ne güzel ifade etmişlerdir: ‘Rahat zahmetde, zahmet rahattadır’.
İLİM VE HİKMET
Evet, ilim tefekkür ve hikmet mesleği daha üstündür. Çünkü gerçek ilim ve hikmet insanı kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebelerini kazandırıyor. Bir kişinin imanını kurtarmak ise o mü’mini velayet mertebesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü: İman sahibine ebedi saadeti tekeffül edip, kazandırdığı için ahirette yeryüzü genişliğinde
baki bir saltanat tekeffül etmiş oluyor.
ZİKİR VE TESBİH

Bir Hadis-i Kudsi’de Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Ben, kulumun bana olan zannına göreyim ve beni andığı zaman da ben onun beraberindeyim. Beni tek başına anarsa, ben de onu tek başıma anarım. Şayet beni bir toplulukta anarsa, ben de onu daha hayırlı bir toplulukta (melekler ve mukaddes ruhlar arasında) anarım. Bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Ve bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim’.
Bir kimse nasıl yaşarsa, öyle ölür. Nasıl ölürse öyle haşrolunur ve ahirette ona göre bir muamele görür. ahirette bizim için en mühim husus, Yüce Allah’ın bizi rahmetiyle anması ve bize mağfiretiyle muamele etmesidir. Bunu yüzde doksan garanti etmenin çaresi ise hayat boyunca dili Zikrullah ile sürekli ıslak, taze tutmak ve bedeni Yüce Allah’ı hatırlatacak amel ve hizmetlerde kullanmaktır. Gerek dili, gerekse bedeniyle sürekli Zikrullah merkezi etrafında hayat sürdürenlerin akibeti elbette ki aynı minval ve hal üzere şu fani dünyadan baki aleme göç etmek olacaktır.
HUŞU VE TEVAZU
Dünyada huşu ve ahirette huşu olmak üzere iki türlü huşu vardır. Dünyadaki huşu, iman kuvvetine, marifet şuuruna ve irade sağlamlığına bağlı olup, dünyada sevimliliği ve saygınlığı ve ahirette de mükafatı pek fazladır. Ahiretdeki huşu ise zoraki ve mecburi olup, sıkıntıdan, telaşdan ve heyecandan ibaret olan huşudur.
Namazda huşu: Namaz kılmak aslında bütün hayatın huşu şeklinde özetlenmesi demektir. Ayrıca namazın özeti ve yüce dergahdaki geçerliliği de o namazın huşu içerisinde eda edilmesidir. Namazını huşu içerisinde kılmayan kimse, namaz kılarken bile Allah’dan uzaklaşan ve zamanla aslını ve yaradılış gayesini unutmaya maruz kalması ve Yüce Allah’a karşı tazimden tamamen mahrum kalması muhtemel olan kimsedir.
Kibir, insanın maddi-manevi refah ve saadeti için ne kadar zararlı ve menfur bir haslet ise, kibrin tam zıddı olan tevazu da o nisbette faydalı ve o derecede sevimli bir hasletdir. Kibir ve tevezunun neticeleri itibarıyla mahiyetleri şundan anlaşılır ki: İblis, Allah’ın emrine karşı kibirlendiği için, Yüce Rahmet’le irtibatı kesildi ve Yüce Dergah’dan ebediyyen kovuldu. Adem (as.) ise haddini bildiği, itaatdeki sırrı anlaması ve suçunu itiraf edip, tevazu yolunu seçtiği için afvedildi ve Cenab-ı Hakk’ın en sevgili kulları arasına girdi.
BASİRET VE FİRASET
İmansız bir basiretin ve firasetin ciddiliği ve devamlılığı düşünülemeyeceği gibi, tamamen basiretsiz ve tamamen firasetsiz bir iman da düşünülemez. Zira: Kapkaranlık bir ortamda maddi göz, bir şeyi bütün incelikleriyle göremediği gibi, küfür ve sapıklık karanlığında bulunan bir kalb gözü de bir işe yaramaz ve hiçbir hakikati de göremez. Kalb gözü açık olan kişi, iman ve İslamiyet’e girer ve hemen etrafını iman nuruyla aydınlatıp çevresini görmeye başlar. Evet, her mü’min, iman ve iz’anının mertebesine göre basiret ve firaset ehlidir.
Nitekim sahabeden birisinin gözüne bir kadın ilişmişti. Az sonra Hz. Osman’ın yanına geldiğinde. Hz. Osman ona: ‘Sizden birisi yanıma zina eseri gözlerinde belirgin olduğu halde giriyor’ dedi. Kendisine ‘Rasulullah (sav.)’dan sonra (sana) vahiy mi geldi?’ diye sorulduğunda da: ‘Hayır! Vahiy gelmedi. Fakat bu basiret, burhan ve doğru bir firasetdir’ diye cevap verdi.
HAVF VE RECA
Hz. Aişe bize şunu naklediyor: ‘Rasulullah (sav.)’a dedim ki: ‘Verdiklerini Rab’lerinin huzuruna dönecekleri diye kalbleri korkuyla ürpererek verirler’ mealindeki ayetden murat, hırsızlık yapan, zina eden ve içki içen midir?’ Rasulullah (sav.) şöyle buyurdu: ‘Hayır! O değildir. Fakat o kişidir ki, oruç tutar, namaz kılar, sadaka verir. Fakat yaptığı ibadetlerin kabul olmamasından korkar. Diğer taraftan da ‘Kim iman ve insitabla oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır’ buyurmakta ve bununla reca ile kurtuluş kapısını göstermekte ve bizi devamlı ümitli yaşamaya teşvik etmektedir. Hasılı, ibadet ve takvayı ihmal ettirecek şekilde recaya ve ümitsizliğe sevkedecek şekilde de korkuya kalbinde yer vermek gerçek ehl-i imanın şiarı olamaz ve böyle bir tutum, ona asla yakışmaz.
EDEB VE HAYA
Bir Hadis-i Kudsi’de şöyle buyuruluyor: ‘Ey İsa! Önce kendi nefsine öğüt ver; eğer nefsin yola gelirse, o takdirde insanlara öğüt ver. Değilse, benden utan’. Evet, haya her yerde geçerli ve lüzumludur. Hayasız insan daima başkalarının ıslahı ve terbiyesiyle uğraştığı halde, kendini ihmal eder.
İbnü’l-Mübarek şöyle diyor:
Ademoğluyla hayvan arasındaki fark edebdir.
Gözünü aç da bak cümle Kelamullaha,
Kur’an’ın bütün ayetlerinin manası edebden ibarettir.
HİLM VE RIFK
Hilm ile rıfk birbirini tamamlayan ve birbirini güzelleştiren iki kelimedir. Hilm’in yani akıllı ve sabırlı olmanın sonu rıfk ve mülayemetle biterse, o hilm güzeldir. Aynı zamanda rıfk ve mülayemet bir za’fdan ve acizlikden olmayıp, hilmin ve sabrın bir maslahatı ve bir faydayı ummanın eseri olursa, o rıfk güzel ve sevimlidir.
Bir hadis-i Şerif’de: ‘Hiçbir şeyin, hiçbir şeyle beraber olması ve beraber mütalaa edilmeleri, hilmin ilimle beraber olması kadar zinetli ve güzel, sevimli ve hoş değildir ve olamaz da’ buyurulmaktadır. Talim ve terbiye işiyle uğraşan ve hayatlarını bu kudsi hizmete vakfedenler hilme ve rifkate son derece önem vermek zorundadırlar. Onların gerek davranışları, gerekse sözleri hep rifkat ve mülayemet kokmalı ve muhatablarına, hep kavl-i leyyinle hitap etmeli ve hıl-u safh ile muamelede bulunmalıdırlar. Aksi takdirde sözleri yabana, gayretleri de boşa gider ve senelerce uğraşsalar da çevrelerinde bir sempati toplayamazlar. Neticede şu fani dünyadan fani eserleriyle birlikte fani olurlar ve kısa bir zamanda unutulur giderler.
İZZET VE HAYSİYYET
Zikrullah ve infak izzetin kalbi ve ruhu hükmünde iseler; ilim, şuur ve basiretde izzetin aklı mesabesindedir. Hasılı, izzet ilimle kaimdir. İlimsiz izzet, zamanla zedelenir ve zillete dönüşebilir.
Her türlü şeref ve izzet Allah’a, Rasulü’ne ve kamil mü’minlere layık olduğu gibi, her türlü zillet, hakaret, rezalet, sefahet de ehl-i küfre ve ehl-i nifaka aittir. Ve onlar buna gayet layık ve tam müstehakdırlar. Zaten zillet ve iman hiçbir zaman bir mü’mini kalbinde bir arada bulunamaz ve bir mü’mine kendini Allah’dan başka ve O’nun izni ve rızası dışında herhangi bir şey için zillete düşürmesi asla yakışmaz ve caiz de değildir.
GÜZEL AHLAK (İSLAM AHLAKI)
İslam dini hiç şüphesiz, güzel ahlakdan ibaret olan bir dindir. İslam dininin va’zettiği, te’sis ettiği ve emir buyurduğu güzel ahlakdan maksat, insanların ahiretde iğneden ipliğe kadar herşeyden sorguya çekilecekleri bir günde mahçub olmamaları, pişmanlık duymamaları ve yüksek dereceler kazanmalarıdır.
İslam’a göre güzel ahlakın esas kaynağı dindir, vahiydir. Yani hidayet kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve fazilet güneşi olan Rasul-ü Ekrem’dir. Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye göre güzel ahlakın yegane kaynağı Cenab-ı Hakk’ın yüce zatı, O’nun azamet ve kibriyası ile O’na karşı kalblerde ve vicdanlarda duyulan Ma’rifetullah ve Muhabbetullahdır. İşte bundan dolayıdır ki, bir mü’min Yüce Yaratıcı’yı tanıması ve O’nu sevmesi derecesinde Kur’an’ın düsturlarını ve Sünnet’in prensiplerini tatbik eder ve zamanla güzel ahlaklı kamil bir insan olur.
Güzel ahlakın önemini ve faziletini şundan anlamalı ki, Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed’in şerafet ve kerametini, fazilet ve keremini medh-ü sena ederken: ‘Şüphesiz ki sen, en büyük ahlak üzeresin’ buyurmakta ve bununla hem O’nu (sav.) övmekte, hem O’nu (sav.) tanıtmakta, hem de bizim O’nun (sav.) Sünnet-i Seniyye’sine ittiba etmek suretiyle O’nun (sav.) güzel ve mükemmel ahlakıyla ahlaklanmamızı emir buyurmakta ve bu hususta bizleri irşad etmektedir. Evet Rasul-ü Ekrem’in bütün hayatı, siretleri, davranışları, icraat ve eserleri O’nun pek büyük, pek güzel ve pek şerefli bir ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile O’nun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisine ‘Muhammedü’l-Emin’ lakabını veriyorlar.

Hiç yorum yok: